MAYIS tatillerinden sonra okula döndük. Ancak gözümüze bir değişiklik çarptı. Avluda iki tane "portable" duruyordu. "Portable"lar seyyar okul sınıfıydı.
Tatilde okulun üst katında bir yangın çıkmış. Hasar gören sınıfların biri de bizimkisiymiş. Bunun üzerine sınıfımızı "portable"a yerleştirdiler. Fakat odaları yanan dördüncü ve beşinci sınıftaki öğrenciler ise başka okula gittiler. Her gün otobüslerle Carlton’da bulunan Faraday Street Primary School’a gidip geldiler.
Bütün öğrencilerin dilinde bir konu vardı. Okulumuz nasıl yanmıştı?
Evet, biri yapmıştı muhakkak, ama okulumuzu kim yakmıştı?
Daha sonra bu soruya bir cevap bulundu. Yaksa yaksa okulumuzu Ruslar yakmış olmalıydı. Zira okulumuzun bitişiğinde bir Rus Ortadoks kilisesi vardı.
Halbuki o kilise hergün kapalıydı. Hiç gireni çıkanı olmuyordu. Fakat Ruslar hakkında herkes kötü şeyler söylüyordu. Üstelik okulumuzda hiçbir Rus çocuğu yoktu. Neredeydi bu Ruslar, ne yapıyordu çocukları? Yoksa başka okullar da mı yakacaklardı?
Ancak birşey vardı ki onu anlamakta zorlanıyordum. Eğer okulumuzu Ruslar yakmış olsaydı neden cezalandırılmıyorlardı? Polisler neden kilisenin kapısına kilit vurmuyordu? Bu işte bir yanlışlık vardı ama neydi?
Teyp bandı çekmek
Flatlardaki komşularımızdan teyp alanlar oldu. Bandı makara gibi olandan değil de kasetli olandandı.
Türkiye’ye bant doldurup gönderenler oluyordu. Bant bazen de Türkiye’dekilerden geliyordu. Bant gelince aileler bir araya geliyor birlikte bant dinliyordu.
Biz de Rıza dedemlere bir bant çekip göndermek istedik. Bizde olmadığı için teybi Mehmet Yöndemli amcalardan ödünç aldık.
Bant doldurmak kolay bir iş değildi. Zira ailede bulunan herkesin konuşması gerekiyordu. Bu konuda babam çok rahattı. Konuşurken hiç zorlanmıyor hiç de takılmıyordu. Annem ise ondan da rahattı. İkisi de hitap ettikleri sanki karşılarındaymış gibi konuşuyordu.
Konuşmaların girişi mektuptaki gibiydi. Önce büyüklerin elleri, sonra küçüklerin gözleri öpülüyordu. Daha sonra da söylenmek istenenlerden bahsediliyordu. Bazı teypler ve bazı bantlar iyi olmuyordu. Çekimde hışırtı oluyordu. Bu nedenle anlaşılmak için yüksek sesle konuşmanız gerekiyordu.
Anne ve babadan sonra sıra çocukların konuşmasına geliyordu. Büyük olan çocuklar kendi başlarına konuşabiliyordu. Ancak bazı çocuklar utanıyordu. Konuşmakta zorlanıyorlardı. Bu durumda anne ya da babalar yardımcı oluyordu. Önce onlar söylüyor, çocuk da mesela “Sevgili dedeceğim, selam eder ellerinden öperim” diye tekrarlıyordu.
Türkiye’den gelen mektupların içeriği başkalarıyla paylaşılırdı. Zaten herkesin durumu, sorunu ve sıkıntısı aynıydı. Herkesin heves ve hayali birbirine benziyordu. Gelen mektuplar işyerine götürülür, orada arkadaşlara okunurdu. Zira herkes herkesin derdi ile dertleniyordu, sevinciyle seviniyordu. Hiç kimsenin sırrı yoktu. Herkes herkesin hayatıyla ilgili bütün meseleleri biliyordu.
Ancak teyp kaseti dinlemek farklıydı. O çok daha canlı ve etkileyici oluyordu.
Bir gün Rıza dedemlerden bir bant geldi. Evdeki heyecan doruk noktadaydı. Bandı dinlemek için ödünç bir teyp aldık. O bandı önce birkaç kez dinledik. Annem bazı yerinde gülüyor, bazı yerinde seviniyor, bazı yerinde de ağlamaklı oluyordu.
Bantta en çok ebem ve dedem konuşuyordu. Çorum’dan, köyümüz Karacaören’den haber veriyorlardı. Evlenenler, askere gidenler, yeni doğan çocuklar, vefat edenler, hastalık geçirenler, kazan yapanlar, okula giden çocuklar... En çok bahsedilen konulardı.
Haftasonunda komşularımız bizde toplandı. Bize gelen bant dinlenecekti. Teyp salonun ortasına konuldu. Herkesin gözü ondaydı. Herkes pür dikkat bandı dinliyordu. Arada bir konuşulanlar hakkında yorum yapan ya da soru soran oluyordu.
Bir ara kalktım ve teybin yanına geçtim. Amcanın biri bana sinirlendi: “Oğlum aradan çekil, teybi göremiyorum” diye ikaz etti. Halbuki teyp televizyon gibi değildi. Görülecek birşey yoktu. Ama dinlerken sanki konuşan oradaymış gibi dinleniyordu.
Teyp dinlerken çokça çay ve sigara içiliyordu. Herhalde dinlemenin keyfi böyle çıkarılıyordu. Ya da söylenilenlere böyle katlanılıyordu. Bazen erkeklerin tümü aynı anda sigara içiyordu. Hava uygunsa camlar ve kapılar açılıyordu. Değilse kapalı kalıyordu. Kadınlar ikide bir kültabağı değiştiriyordu. Sigarası bitene diğer bir amca veriyordu.
O gelen bandı sonraki günlerde annem tekrar tekrar dinledi. Ama bu kez tek başına dinliyordu. Ama mutfaktan gelen sesten dolayı biz de dinlemiş oluyorduk. Bazen o kadar dinliyorduk ki bandı tamamen ezberlemiş oluyorduk.
Kütüphanemiz açıldı
Okulda bir haber dolaşmaya başladı. Fitzroy Belediye Binası'nda yeni bir kütüphane açılmış. Bu haber karşısında çok heyecanlandım. Okul sonrasında doğru o kütüphaneye gidecektim. Beraberimde İsmail, Cemile, Erhan ve Erol’u da götürecektim.
Kütüphanenin kitapların bulunduğu bir yer olduğunu biliyorduk. Zira okulumuzun da bir kütüphanesi vardı ama orası küçüktü ve pek gitmiyorduk.
Okul bitince hep birlikte kütüphaneye gittik. Belediye binası eski idi ama kütüphanenin içi yeniydi. Herşey gıcır gıcır, pırıl pırıldı. İçerisi ışıklarla aydınlatılmıştı. Binlerce kitap vardı. Hepsi yepyeni idi. Bütün eşyalar, masalar, koltuklar, sandalyeler de öyleydi.
Hemen isimlerimizi kaydettirerek üye olduk. Bize adlarımızın daktilo ile yazıldığı birer üyelik kartı verdiler. Buna çok sevindik. Hepimizin kartı vardı. İstediğimiz zaman ödünç kitap alabilecektik.
O gün bir çok kitap seçtik. Bazılarını hemen orada okumaya başladık. Her yaşa göre kitap vardı. Her hafta yeni yeni kitaplar alıyor, evde okuyorduk. Gününde geri getiriyorduk. Kitaplar sadece İngilizce dilinde idi.
Kütüphanede yaşlı ve sakallı bir adam vardı. Kütüphaneden o sorumluydu. Ama adam herşey biliyordu. Sanki bütün kitapları okumuştu. Büyüyünce biz de bu adam gibi olacak mıydık? Herşeyi onun gibi bilecek miydik?
SÜRECEK