O gün, annem erkenden uyandırdı bizi. Evde bir telaş koptu. Bu telaş bizim evde bayramlarda yaşanırdı. Halbuki bugün bayram değildi. Annem bir yandan bizi, bir yandan da valizleri hazırlıyordu.
Bize en güzel elbiselerimizi giydirdi. Bu elbiseleri en son pasaport fotoğrafları çekinirken giyinmiştik. İsmail’le benimkisi aynıydı. Sadece rengi değişikti. Cemile daha ufaktı. O da güzel elbiselerini giyinmişti.
Babam da anneme yardımcı oluyordu. Valizleri o da hazırlıyordu. Telaşın sebebini bize, “Bugün Avustralya’ya gidiyoruz” diyerek açıklamaya çalıştı.
Avustralya mı? Orası çok uzakta bir yer değil miydi?
Uzun zamandan beri evimizde Avustralya ve Almanya’dan söz ediliyordu. Mahallemize zaman zaman Almanya’dan gelenler oluyordu. Çok güzel arabalar sürüyorlardı. Biz de mi o arabalarla gidecektik? Almanya çok uzakta bir yermiş. Çorum’dan dahi uzak. Avustralya ise çok çok daha uzak bir yermiş.
Okullar yeni açılmıştı. Bütün arkadaşlarım okula başlamıştı. Ben başlamamıştım. Annem “Sen okula Avustralya’da gideceksin” demişti. Demek ki Avustralya’ya gideceğimiz zaman yaklaşmıştı.
Tombiş Ali’ye daha önce Avustralya’dan bahsetmiştim. “Bizim kağıdımız çıktı, Avustralya’ya gidiyoruz” demiştim. Ali de, “Avustralya çok uzakta bir yer oğlum. Oraya siz gidemezsiniz” demişti.
Ben de, “Vallaha billaha gidiyoruz. Babam dedi” karşılığını vermiştim.
Sonra Ali, Avustralya hakkında bildiklerini anlatmıştı: “Sen Avustralya’nın nerede olduğunu biliyor musun oğlum? Orası dünyanın sonunda. Orası gökle yerin birleştiği yer!”
Gökle yerin birleştiği yer mi? Yani bir noktaya varınca göğe elimizle dokunabilecek miyiz, diye düşünmüştüm. Bu, benim hayatta en çok yapmak istediğim şeyler arasındaydı. Gökyüzüne dokunabilmek... Yumuşak mı, serin mi hep merak etmiştim.
Almanya ve Avustralya yabancıların yaşadıkları yerlermiş. Oradakiler başka dil konuşuyormuş. Anlamak zormuş. Konuşmak zormuş. O ülkelerde herkes gençmiş. Yaşlı insan yokmuş.
Fakat Avustralya dünyanın sonuymuş. Oradan ötesi yokmuş. Demek ki bu yüzden oraya, gökyüzüyle yeryüzünün birleştiği yer diyorlardı.
Göçmek bizim için yeni birşey değildi. Daha önce Karacaören Köyü’nden Çorum’a, oradan da Ankara’ya göçmüştük. Şimdi de Avustralya’ya göç edecektik.
Veda vakti
Evin önüne iki taksi geldi. Birine biz, diğerine Hüseyin ve Mehmet amcam bindi. Onlar Çorum’dan bizi yolcu etmeye gelmişti. Taksi hareket edince az sonra evimiz geride kaldı. Onu satmak için babam çok uğraşmıştı. Sonunda satıldığını söylemişti.
Taksi bizi bir yerlere götürdü. Buralar daha önceleri hiç görmediğim yerlerdi. Yolları temiz ve asfaltlı idi. Ankara’da Akdere, Gülveren, Saman Bağları ve bir keresinde de fotoğraf çekinmek için Kızılay diye bir yere gitmiştim. Bu gittiğimiz yerler, Çorum kadar olmasa da epeyce uzaktaydı. Kızılay çok temiz, binaları çok büyük ve güzeldi.
Nihayet büyük bir alana benzeyen bir yere geldik. Birden gözüme birşey ilişti. Aman Allah’ım o da neydi! Daha önce hiç görmediğim, kocaman birşeydi. Olsa olsa bu bir uçak olmalıydı.
Babama göstererek, “O nedir?” diye sordum. “O uçak oğlum. İşte ona bineceğiz. Onunla Avustralya’ya gideceğiz” dedi.
Birden heyecanım bir kat daha arttı. Ah bir de Tombiş Ali şu anda burada olsaydı... Uçağı ona anlatabilseydim. Şu uçağı ona gösterebilseydim. Kimbilir ne kadar sevinirdi.
Taksiden indik. Amcalarımla vedalaştık. Herkes çok üzgündü. Çok uzak bir yere gideceğimizi artık iyice anlamaya başlamıştım.
Orada bizi büyük bir salona aldılar. Çorum’a giderken gittiğimiz otobüs terminalinden daha da büyük bir yerdi. Bir adam “Burada bekleyeceksiniz” dedi. İçerisi çok kalabalıktı. Çok sayıda çocuk vardı. Çocukların bazıları yorgundu, bazıları da annelerinin kucağında uyukluyordu. Ama bütün çocuklar bizim gibi bayramlık elbiselerini giymişti. Sadece çocuklar değil anne ve babalar da bayramlıklarını giymişti. Babalar takım elbiseli ve hepsi kravatlı idi.
Uzun bir zaman bekledik. Sonra isimleri okumaya başladılar. İsmi okunanlar salonun kapısında bir sıra oluşturdu. Herkes isminin okunmasını bekledi.
Anne ve babalar çocukların ellerinden tutuyorlardı. Sıraya geçmek değişik bir heyecan ve bir mutluluk veriyordu. Zira herkes aynı uçağa binecekti. Ben de çok heyecanlıydım. Kağıttan olana zor dokunmuştum, Şimdi ise hakikisine binecektim!
Kapıdaki adamlar kapıyı açtı. Yavaş yavaş ilerledik. Uçağa doğru yürüyorduk. Gittikçe ona yaklaşıyorduk. Uzaktan bakınca uçak, bir otobüsten biraz büyükçe görünüyordu. Ama merdivenlerden çıkıp içine girince, göründüğünden daha büyük olduğunu anladım. İçi aydınlıktı, ortadan ikiye bölünmüş üç sıralı koltuklar vardı. Biz üç kardeş bir sıraya oturduk.
Hostes dedikleri görevliler kemerlerimizi taktı. Yolculuk boyunca kemerlerin takılı kalması gerektiğini söylediler. Hosteslerin bazıları erkek bazıları da kadındı. Güzel elbiseli, güleryüzlü idiler. Bizi görmekten sanki çok memnun ve mutluydular. Bütün çocuklara birer paket verdiler. İçinde renkli kalemler ve defterler vardı. İlk defa renkli kalemlerim olmuştu.
Görevlilere birşeyler söyleyenler oluyordu ama onlar anlamıyordu. Onlar birşeyler söylüyordu biz de onları anlamıyorduk. Arkadaki koltukta oturan bir adam “Onlar İngiliz. Türkçe anlamıyorlar” dedi. Herkeste şaşkınlıkla karışık büyük bir heyecan ve sevinç vardı.
Herkes ilk defa uçağa biniyordu. Hep birlikte Avustralya’ya uçacaktık. Gökyüzü ile yeryüzünün birleştiği yere gidecektik.
SÜRECEK