MEHMET amca babama “Emmioğlu, bosla konuştum. Yarın işe sen de geleceksin” diye müjdeyi verdi. Babam bu habere çok sevindi. Zira Avustralya’ya çalışmak için gelmişti.
Babam Türkiye’de fabrika işinde hiç çalışmamıştı. Köyden taşındığımızda Ankara’da hep serbest işlerle uğraştı. Bunlar arasında inşaat işleri ve en çok da pazarcılık yapmıştı. Akdere’deki mahalle pazarında mevsimine göre değişik meyve sebze sattı. Bazen beraberinde beni de götürürdü. Bir keresinde salatalık, bir keresinde de kavun- karpuz satmıştık. Pazardaki yerimizde benim ufak bir tezgahım vardı. Özellikle kadınlar benden alıyorlardı. Çünkü ben babamdan ucuza satıyordum. Ama benim sattığım sebze ve meyveler zedeli olanlardandı. Kadınlar bu nedenle benden almayı tercih ediyorlardı. Okula henüz başlamamıştım ama matematiğim iyiydi.
Babamla bir yazın da kavrulmuş çetene sattık. Ankara’nın güzel mahallelerinde seyyar arabamızla dolaşıyor isteyene külahını 50 kuruşa veriyorduk. Babam sarıyor ben de isteyenin ayağına götürüyordum. Çetene kendir tohumundan yapılıyordu. Akşamları evde annemle babam birlikte kavuruyorlardı. Kendir tohumunun kendine özgü bir kokusu vardı. Kokusu genzinden saatlerce çıkmıyordu.
Artık babam da fabrikada çalışacak, para kazanmaya başlayacaktı. Ertesi gün babamla Mehmet amca öğle saatinde işe gittiler. Mehmet amca “Aftarnun şiftinde çalışacağız. Gece geç saatte döneceğiz. Bizi beklemeyin” diye ikazda bulundu.
Biz üç kardeş hâlâ yeni bir ortamda bulunmanın heyecanını yaşıyorduk. Yeni yiyecekler, farklı içecekler... Anlamasak da televizyon seyretmek... Ama televizyonda çizgiden yapılmış filmler vardı. Onlar çok hoşumuza gidiyordu. Acaba insanlar çok önceden çizgiden miydi? Eski insanlar böyle miydi? Fakat çizgi insanları herşeyi yapabiliyorlardı. Yüksek yerlerden düşüyorlar ama birşey olmuyordu. Bazıları uçuyor, bazıları ise çok güçlü idi. Televizyon sanki ufak bir sinema gibiydi. Akdere’de havaların sıcak olduğu gecelerde açık hava sinemasında gazoz içmek, çekirdek çıtlatırken film seyretmek bizim için özel günlerdi. Sinemaya gideceğimiz günü iple çekerdik. Ama filmin ortasında uykuya yenik düşerdik. Ardından uykulu uykulu eve dönmek vardı. Babam her seferinde Cemile’yi kucağında taşıyarak eve götürürdü.
İş için Şehrinaz yenge de annemi yanına alacaktı. O da bir eldiven fabrikasında çalışacaktı. Annem köyden çıkalı hiç çalışmamıştı. İlk defa evin dışında bir yerde çalışacaktı. Mehmet amcaya okulu sorduk. Zira ben okula başlamam gerekiyordu. O da “Bir kaç hafta sonra holidaylar geliyor. Kazım, holidaydan sonra okula başlasın” dedi. ‘Holiday’ yaz tatilleri demekmiş. Onun gelmesine az kalmıştı. 1969 yılı bitecek, yeni başlayacak 1970 yılınan bahsediliyordu.
Biranın tadı
Buzdolabında bizim içtiğimiz içeceklerin dışında rengi koyu ama farklı şişelerde olan ve de sadece George’un içtiği bir içecek vardı. O dikkatimi çekmişti. Ondan bize vermiyorlardı. George’dan başkası da içmiyordu. Onu çoğu zaman evin önündeki verandanın altında içiyordu. Oraya oturuyor, bir sehpa kuruyor, o şey neyse ondan bir hatta iki şişe içiyordu. George’un içtiği şeyin kokusu çok farklı idi. Esasında kokusu hiç de hoş de©ğildi. Bardağı bile farklıydı. Ama neden onu sadece George içiyordu? Neden başkaları da içmiyordu? George, o içtiğinden neden kimseye vermiyordu? Bu işte bir bit yeniği vardı.
Birgün George işten dönmüş verandada sofrasını kurmuş yine içiyordu. Oradan geçerken beni yanına çağırdı. Bir bardağa o içtiğinden koydu. Bardağa dökülen şey köpürüverdi. Sonra “Al, iç” diye bana işaret etti.
Bardağı elime aldım. Önce bir tereddüt geçirdim. Evde sadece George’un içtiği bu içecekten içecektim. Tam dudağıma götürdüm ki o anda gök kubbede bir çığlık, bir feryat koptu. Annem öyle bir “Kâziiiim” diye bağırdı ki tüm zaman ve mekan dona kaldı. Ne olduğunu anlayamadan, annemin birden elimdeki bardağa çarpmasıyla beni omzumdan tuttuğu gibi evin içine savurması bir oldu. George’a dönerek “Manyak adam, el kadar masimi sarhoş yapacak” diye sitem etti.
‘Masim’, Çorum yöresinde ‘masum’ kelimesinin bir söyleniş biçimiydi.
Olup bitenler karşısında George hiç aldırış etmedi. Sanki hiçbir şey olmamıştı. Annemin tepkisine karşılık ancak bir kahkaha patlattı. Öylesine gülüyordu ki kendini zor zaptediyordu.
Sarhoş kelimesini daha önce duymuştum. Tombiş Ali babasının sarhoş olduğunda annesini dövdüğünü söylerdi. Ondan biliyordum ki sarhoşluk iyi birşey değildi. Tombiş büyüyünce, babası gibi sarhoş olmak istemediğini hep söylerdi.
Ertesi gün annem “Çavuş, buradan derhal çıkalım. Kendimize bir ev bulalım. Aksi halde George çocukları biraya alıştıracak” dedi.
Babam bu olaya çok kızdı. Ama kızgınlığını George’a nasıl ifade edecekti? En iyisi evden bir an evvel çıkmaktı. Anneme “Tamam, yarından tezi yok, bir eve bakacağım” dedi.
Birkaç gün içinde başka bir eve taşındık. Çok uzaklara gitmedik yine Richmond bölgesinde kaldık. Kendi evimize taşınmanın mutluluğunu yaşadık ama gündüzleri canımız sıkılıyordu. Zira ev bomboştu. Sadece bir buzdolabı vardı. Bahçesi de harabe gibiydi. Saman Bağları’ndaki küllükten pek farklı değildi.
Annem işe sabahları erkenden gidiyordu. Babam ise ‘afternoon shift’ çalıştığı için öğleye kadar uyuyordu. Uyandıktan kısa bir zaman sonra tekrar işe gidiyordu. Bu kez annemin dönmesini bekliyorduk ama zaman hiç mi hiç geçmiyordu. Evde televizyon yoktu. Mehmet Ateş’in evine de tek başımıza gitmemiz yasaktı. Hatta evden bir adım dışarı atmamız, dış kapıyı açmamız dahi kesinlikle yasaklanmıştı.
Tam dört gün dışarı çıkamadık. Canımız sıkılmaktan adeta patlayacaktı. Annem bin kere bizi sıkı sıkıya tembihlemişti. Dışarıya asla çıkılmayacaktı. Ancak dördüncü gün İsmail’le karar aldık. Babam işe gidince, annem de işten dönmeden önce dışarı çıkacaktık!
O gün önce sırayla, sonra da birlikte dışarıya çıkmaya başladık. Cemile’yi tembihledik.
Ona “Sen evde bekle” dedik. O da gelmek istedi ama dinlemedik. Her çıkışımızda biraz daha ötelere gitmeye başladık.
Her evin önünde bir posta kutusu vardı. Saman Bağları’ndaki hiçbir gecekondunun posta kutusu yoktu. Ama burada her evde vardı. Üstelik içlerinde dışarıya sarkan renkli renkli kağıtlar vardı. Bunlardan bir kaçını aldık eve getirdik. Kağıtlarda hep yiyecek şeylerin resimleri vardı. Sonra gittik biraz daha topladık. Derken sokaktaki bütün kutuları boşalttık, hepsini eve getirdik.
Sonra aklımıza geldi. Birazdan annem gelecekti. Bu kağıtları görünce bizim dışarı çıktığımızı anlayacaktı. O zaman nasıl hesap verecektik? Bunu düşünmeye başladık ve bir çare bulmaya çalıştık:
- Bu kağıtları yok edelim. Yoksa annem kızar.
- Ama nasıl?
- Yakalım.
- Nerede?
- Aha burada.
- Tamam.
Reklam kağıtlarını mutfağın ortasına, marleyin üzerine koyduk. Hepsini üstüste yığdık. Orada yakacaktık. Ve kibriti çaldık...
SÜRECEK