KİBRİTİ çaldık ama kağıtları bir türlü tutuşturamadık. Çok uğraştık, üstüste koyduk, tersine çevirdik ama yine yakamadık. Bu arada vakit gittikçe ilerliyordu. Az sonra annem kapıdan girecek ve reklam kağıtlarını görecekti. Bizim dışarı çıtkığımızı da anlayacaktı. Bir daha ebediyyen dışarıya çıkamayacaktık.
Aramızda bir tartışma başladı:
- Annem birazdan gelecek.
- Şimdi ne yapacağız?
- Suç senin. Demedim mi hepsini toplamayalım diye?
- Belki mutfakta yanmıyor. Bir de boş odada deneyelim.
Boş odaya geçtik. Yakma işini bir de orada denedik. Ama kağıtlar yine tutuşmadı. Vakit daraldığı için yakma işinden vazgeçtik. Başka şeyler düşündük ve onları bahçeye gömmeye karar verdik.
Kağıtların hepsini topladık bahçeye çıktık. Ama yeri kazacak birşey bulamadık. En sonunda aldık onları komşunun bahçesine attık. İşin içinden böylelikle sıyrılmış olduk.
Annem az sonra geldi. Eve girer girmez “Evde ateş mi yaktınız?” dedi.
Biraz da korkarak “İsmail kibritle oynadı” dedim, “Söyledim ama dinlemedi.”
Annem çok kızdı. “Oğlum, evi yakarsınız, kendiniz de yanarsınız. Bir daha kibritle oynarsanız kemiklerinizi kırarım” dedi.
Annem birden konuyu değiştirdi. “Akşam bir aile gelecek. Burada kalacaklar. Boş odaya taşınacaklar” dedi.
Bu habere çok sevindim. “Kaç tane çocukları var?” diye sordum. Annem “Çocukları yok. Sadece bir karıkoca geliyor” dedi.
Akşam olunca annemin bahsettiği karı-koca evimize geldi. Kağıtları yakmaya çalıştığımız odaya yerleştiler. O gece bizimle ne ilgilendiler ne de konuştular. Ne yazık ki çocukları da yoktu. Yani oynayacak kimse yoktu.
Ertesi gün reklam kağıdı toplama işine devam ettik. Siyah beyaz olanları bıraktık sadece renkli ve parlak kağıtlı olanları topladık.
Posta kutuların bazılarında mektup zarflarının bulunduğunu fark ettik. Onlara önce dokunmadık. Zarfta olanların kıymetli birşey olduğunu biliyorduk. Zira bizim Avustralya’ya göç kağıtlarımız da bir zarf içinde gelmişti. Dedem bazen Çorum’dan mektup gönderirdi, o da zarf içinde gelirdi. Ancak, bu zarflardaki neydi diye gittikçe merak ettik.
Sonra karar verdik, artık zarfları da toplamaya başladık. Topladıklarımızı evde yine tasnif etmeye başladık. Renkli ve parlak olan reklam kağıtlarını bir yana, zarfları da diğer bir yana koyduk. Ardından zarfları tek tek açmaya başladık. Bazılarından mektup ama birçoğundan kartlar çıktı. Kartların hepsinde beyaz sakallı, kırmızı renkli bir elbise giymiş şişmanca bir dede vardı. Dedenin dışında çam ağaçları, oyuncaklar, geyikler ve geyiklerin karda çektiği arabalar vardı. Zarfın hangisini açsak aynı dedeyi resmeden kartlar çıkıyordu.
Fakat bir zarf açtık ki şaşkına döndük. Zira zarfın içinden değişik bir kağıt çıktı. Kağıt mavi renkli idi. Bir tarafında bir adamın resmi, iki tarafında da ‘10’ numaralı rakam vardı. Bunun para olduğunu anladım. Hem de çok büyük bir miktar olduğu belliydi. Zira annem eldiven fabrikasında haftada yirmi dolar maaş alacağını söylemişti. Parayı görünce korktum. Şimdi ne yapacaktık? Annem öğrenirse bu kez kesin bizi öldürecekti.
Bunun üzerine aramızda yine bir tartışma başladı:
- Ben demedim mi zarfları toplamayalım?
- Ama o paralı zarfı kutudan sen aldın. Ben almadım ki.
- Ben mi? Esas sen aldın.
- Anneme söyleyeceğim seni. Gizlice hergün dışarı çıkıyordu diyeceğim.
- Annemin haberi olursa kemiklerimizi kıracak!
Annemin bizi öldürücek olması esasında pek de önemli değildi. Önemli olan bizim dışarı çıkışımız engellenecekti.
Benim aklıma bir fikir geldi. “Bu parayı bizde kalanlara gösterelim. Onu bulduğumuzu söyleyelim” dedim. Karı- kocanın kaldıkları odaya gittim, kapıyı çaldım. Kapı açıldı ve kadın baßını uzattı ve “Buyur” dedi.
Kadına parayı uzattım. “Dışarıda oynarken bunu bulduk” dedim. Kadın parayı elimden aldı ve “Bir bekle” dedi. Ardından kapıyı kapattı. Kısa bir müddet sonra tekrar açtı ve “Bu parayı bulduğunuz yerde daha varsa getirin” dedi.
Kadının bu cevabına bir mana veremedim. Zira bana kızacak sanmıştım. Kızmadıysa da ben rahatsız olmaya başladım. Kadın neden kızmadı? Neden, nereden bulduğumuzu merak etmedi? Üstelik neden “Daha varsa getirin” dedi? Burada bir yanlışlık vardı. Ama şu var ki annemin haberi olsaydı kesin bizi haşlardı.
Bu olay sonrasında posta kutularından kağıt ve zarf toplama işine son verdik. Zira başımıza kendi elimizle iş açacağımızdan korkmaya başladık.
Ocak yıkmak
O evde pek fazla kalmadık. 1969-70 yılının yazında Abbotsford ve Richmond bölgesinde bir kaç tane ev değiştirdik. Evlerde hep başkaları ile kalıyorduk. Bazı ailelerin çocukları oluyordu, bazılarının ise olmuyordu.
Köyden çıkalı çok kez ev değiştirmiştik. Ankara’da ev değiştirmeye alışmıştık. Ama en çok Saman Bağları’ndaki evimizde kaldık. O evi akrabalarımızın da yardımı ile babam ve arkadaşları yapmıştı.
Kirecini karmak için annem yalın ayağıyla çiğnemişti.
Evimizin inşaatı sırasında bir gün bir jip dolusu adam geldi. Ellerinde kazmalar vardı. Birden indiler yapımı sürmekte olan evimizin duvarlarını yıkmaya başladılar. Annem ve babam engel olmaya çalıştılar ama dinlemediler. Sadece yıkmaya ve sökmeye devam ettiler. Sonra da tekrar cipe atlayıp uzaklaştılar.
Annem olduğu yere yıkıldı, ağlamaya başladı. Olanlara bir anlam veremedim. O adamlar kimdi? Nereden geldiler? Neden evimizi yıktılar? Annemin halini görünce çok üzüldüm. Zira evin kirecini bile yalın ayağıyla çiğnemişti.
Babam ve yardımcıları yıkılan yerleri tekrar yapmaya başladılar. Bu arada da kendi aralarında konuşuyorlardı. O gelen adamlar ‘hükümetin’ adamlarıymış. ‘Zabıta’ memurlarıymış. İşleri ise yapılan evleri yıkmakmış. İşte bizim evimiz bitmeden iki kez bu şekilde başımıza yıkılmıştı.
SÜRECEK