HER nasıl ve ne şekilde olduysa, o gün bir güven, bir cesaret hissettim. İçimde birden ferahlık duygusunun boşalışını ve serinliğini hissettim. Yaşlı kadın öğretmen renkleri yine teker teker önüme koydu. Fakat... Her gösterdiğine ‘rap rap’ cevap verdim. ‘White’, ‘red’, ‘blue’, ‘brown’ ve ‘green’ diyerek hepsini bildim. Sadece açık mavi renk için ‘light blue’ yerine ‘white blue’ dedim. Ona da birşey demedi. Hepsini bilince yaşlı öğretmen buna çok sevindi. Fakat birden hepsini bildiğime ne o, ne de ben inanabildim. O gün tabii ki kulağımı çekmedi.
Artık okula gitmeyi daha da çok sevmeye başladım. Bu arada birçok yeni Türk arkadaşlar da edindim. Okulda bir de her gün süt veriyorlardı. Süt kasalarını sınıfa çocuklar getiriyordu. Süt kasasını getirme görevi bir gün bana da verildi. Bu çok önemli olan görevi ifa ettiğim için o gün avluda gururla gezindim.
Okulda kitapları çok sevmiştim. Sınıfımızdakiler en çok kocaman siyah şapkalı kediye aitti. Kedinin her halinden bir muzur olduğu belliydi. ‘Cat in The Hat’ yazıyordu ama bu kedinin yapmadığı yaramazlık, etmediği muziplik yoktu. Ah, o kitapları bir eve götürebilseydim, İsmail ve Cemile’ye bir gösterebilseydim! Ne kadar hoşlarına giderdi! Onlar okula gidemiyorlardı, zira yaşları tutmuyordu.
Yaşım tutmadığı için ben de Türkiye’de okula gidememiştim. Ama hep gitmek istiyordum. Annem babam bana hep “Sen Avustralya’da okula başlayacaksın” diyorlardı. Ama köye gidişimin birinde kuzenim Kezban “Köyümüzde okul açıldı. Yarın sen de gel” dedi. Ama benim ne önlüğüm, ne kalemim ne de defterim vardı. Fakat buna rağmen iki günlüğüne de olsa köydeki okula gittim. Okul köy camisinin yanındaki bir odada açılmıştı. Tek bir odadan ibaretti. Sınıfta, değişik yaştan otuz kadar çocuk vardı. Öğretmen, gittiğim o iki gün boyunca tahtada “Köyümüzün okulu açıldı” yazmasını öğretti. Harfleri bilmiyordum ama onu yazmasını ezberlemiştim. Öğretmen, iki günde yazabildiğim için buna çok sevinmişti.
Abbotsford Primary School köyümüzün okuluna kıyasla bir kale gibiydi. Üstelik bir de üç katlıydı. Okulda yüzlerce çocuk ve kitap vardı. Ama Türk çocuklarının sayısı azdı.
Teneffüste Türk çocukları ile bir araya gelmeye başladık. Üç, dört derken, beş çocuk olduk. Aramızdaki en büyüğümüz bir kızdı. Ona ‘Abla’ diyenler vardı. O bize göre çok şey biliyordu. Bir de Güven vardı ama o Avustralya’ya bizden önce gelmişti. Geçen seneden beri bu okula geliyormuş.
Avluda hergün yeni ve değişik şeyler konuşuyorduk. Bugünkü konu daha çok yiyecek ve sünnet konusuydu: - Pie ve hot dog’da domuz var. - Ama Faruk dün bir pie yedi.
- Aneeee, Faruk gavur oldu!
- Faruk artık Türk değil mi?
- Biliyor musun, Avustralyalıların hepsi sünnetsiz ya!
- Sen nasıl biliyorsun?
- Valla billa. Annem babam ölsün, tuvalette gördüm.
- Essahtan mı?
- Tabi. Yarışma yaptık. Alayını geçtim. En uzağa ben çiş yaptım.
- Doğru. Sünnet olmayanlar sağa sola işiyorlar. Düz işeyemiyorlar.
- Kıh, kıh, kıh, kıh...
Sünnet olmak, adam olmak
Köydeyken, henüz Ankara’ya taşınmadan önce annem zaman zaman hastalanırdı. Babam da bu nedenle bakmaları için beni Çorum’da kalan Rıza dedemlere götürürdü. Orada Zeki dayım vardı. Zeki dayım benden bir yaş büyüktü. Tabii ki en çok onunla oynuyordum. Benimle bir de Hüsnü dayım çok ilgileniyordu. Bana oyuncaklar yapıyordu. Fakat buna rağmen çok sıkılıyor, annemi, babamı ve İsmail’i özlüyordum.
Bir gün köyden dehşet verici bir haber geldi. Köye sünnetçi gelmiş! Ne kadar çocuk varsa alayını sünnet etmiş. Hatta ufak olmasına rağmen İsmail’i bile sünnet etmiş! Bunu duyunca “İyi ki köyde değildim” diye biraz teselli buldum. Yoksa beni de elbette sünnet ederdi sünnetçi. Fakat acı acı düşünmeye başladım. Zira sıranın bana da geldiğini anladım. Hem, sünnet olmaktan kaçabileni hiç duymamıştım.
Bir gün yine Saman Bağları’ndaki küllükte oynarken mahalleye ince bıyıklı bir adam geldi. Koltuğunun altındaki siyah çantasıyla ev ev dolaşıyordu. Tombiş Ali bana dönerek “Bu adam sünnetçi. Sünnet olacak çocuk arıyor” dedi. Adam bizim eve de uğradı. Fakat o akşam kimse bana birşey demedi.
Aradan bir kaç gün geçince yine o adam çıkageldi. Fakat bu kez babam da evdeydi. Sünnetçinin bana geldiğini anladım. Tombiş Ali “Gel, saklanalım Kâzım” dedi. Kalktık karşı tarafta bulunan evlerin arkasına kaçtık. Orada yaprakları çok olan bir ağaca çıktık. Ağaçta bir müddet sessizce bekledik. Fakat bir zaman sonra babamın sesini duydum. “Kâzım! Kâzım! Neredesin oğlum?!” diye sesleniyordu.
Babam ikinci kez seslendiğinde kaçmanın çare olmadığını kabullendim. Ağaçtan aşağı atlayıp “Baba, buradayım” dedim. Babam geldi önce başımı okşadı. Sonra da elimden tutarak “Gel oğlum, gidelim”den başka hiçbir şey demedi.
Akdere’deki açık hava sinemasında bir seferinde eski zamanlara ait bir film seyretmiştik. Bir adam vardı çok güçlü ve yiğit idi. Ne kadar düşman varsa alayını tek başına kılıcıyla yok etti. Ama en sonunda adamı tuzağa düşürüp yakaladılar. Kılıcını elinden aldılar sonra da idam etmeye götürdüler. Adamın idama götürülüş sahnesini hiç unutmamıştım.
İşte sünnet olmaya giderken hep o sahne aklıma geldi. Bana göre sünnet edeceklerine idam etselerdi daha iyiydi.
Eve bir yaklaştım ki Hacı Kuyruk amcam, ailesi ve birçok komşu toplanmış beni bekliyorlardı. Bazıları da sevinçli ve gülümsüyordu. İdam edilirken demek ki hepsi seyredecekti.
Hacı amca “Yeğenim şöyle gel” dedi ve yanına aldı. Herhalde cellat oydu. Demek ki beni o idam edecekti.
Birden o ince bıyıklı sünnetçi ortaya çıktı. Çantasından birşeyler çıkardı. Elindeki ne bir bıçağa ne de jilete benziyordu. Farklı bir kesici olduğu belliydi. Hacı amcam beni birden öylesine bir tuttu ki ne ayaklarımı ne de kollarımı oynatabiliyordum.
Ne kadar uğraşıp çırpındıysam mümkün değil, kurtulamadım.
Hacı Kuyruk amcamı esasında çok seviyordum. O, büyük halam Şaziye’nin oğluydu. Babama hep ‘dayıoğlu’, babam da ona ‘halaoğlu’ diye seslenirdi. Fakat bu hainliği bana yapmayacaktı. Ne kadar küfür ve tehdit biliyorsam tamamını Hacı amcama saydım. Ama ne çare! Hacı amca beni bırakmadı.
Sünnetçi önüme geçti ve işini yaptı. Ama benim de işim bitmişti. Öylesine bir acıyı hayatta hissetmemiştim. Ondan sonra herhalde bayıldım, zira uyandığımda sünnetçinin anneme bir kutu pudra gibi birşey bıraktığını hatırlıyorum. “Bitinceye kadar bunu yaranın üzerine sürersin” dedi.
Ben, iflahı kesilmiş vaziyette sancı içinde yatıyordum. Millet ise kutluyor “Maşallah, artık adam oldun” diyordu.
İşte... Sünnetli olmanın çok faydası vardı. Bunların başında uzağa ve düzgün çiş yapabilmekti. Hiçbir Avustralyalı çocuk uzağa çiş yapmada bizi geçemiyordu. Zira onlarınkisi eğri büğrü sağa sola gidiyordu.
Avustralya’da doğmak sayılıyor mu?
O yıl sevindirici bir haber geldi. Mehmet Ateş amcamın Ayhan adında bir oğlu oldu. Ayhan’ın ağabeyi Atilla, Ankara’da doğmuştu. Dolayisiyle o bir Türk’tü. Burası ise Avustralya idi. Peki Ayhan neydi? O da Türk sayılıyor muydu? Ayhan Türkçe konuşabilecek miydi? Üstelik Ayhan burada doğduğu için sünnet olması gerekiyor muydu? Türk sayılabilmesi için herhalde sünnet olması lazımdı. Ah, Tombiş Ali olsaydı o bu soruların cevabını muhakkak bilirdi.
SÜRECEK