ABBOTSFORD’da kaldığımız dönemde yeni şeyler gördük, yeni şeyler yaptık. Bir haftasonunda babam bizi bir parka götüreceğini söyledi. Buna çok sevinmiştik. Zira çok yere tek başımıza zaten gidemiyorduk. Annem birseyler hazırladı. Biz yine güzel elbiselerimizi giyindik. Parka yürüyerek ve okuldan tanıdığım Güven, babası Akif amca ve ailesi ile birlikte gidecektik. O gün hava çok sıcaktı. Tam da parka gidilecek zamandı.
Parka doğru ilerlerken sokakta başka insanlara rastladık. Ama birçoğu köpeğini gezdiriyordu. Köpekler iple bağlı idi. Akdere’de ise bütün köpekler başıboş geziyordu. Üstelik biz çocukları görünce ya havluyor ya da ısırmaya çalışıyordu. Abbotsfort’daki köpekler ise insana saldırmıyordu.
Parka giden yol üzerinde Akif amca bir mağaza gösterdi. Burası eskici dükkanıymış. Akdere’de böyle bir dükkan yoktu. Bu dükkanda herşey vardı. Ama herşey ucuza satılırmış. Türkler de buradan çok şeyler alırmış. Parka yaklaşınca bir ırmağa vardık. Levhada Yarra River yazıyordu. Demekki ırmağın adı Yarra River idi. Irmak, Ankara ve Çorum arasında giderken üzerinden çokça geçtiğim Kızıl Irmak’a benziyordu. Kahverengi suyuyla akışı aynı idi. Üzerinden yürümek için bir asma köprü vardı. Köprü eski ve biraz da sallanıyordu.
Park çok büyüktü ve üzerinde büyük, büyük ağaçlar vardı. Fakat pek fazla insan yoktu. Ankara’da da parkların olduğu söylenirdi ama biz sadece bir kez gitmiştik. Ve o gittiğimizde park çok kalabalıktı. Yarra River Park’ı çok bakımlı ve temiz idi. Babam kopardığı bir dal parçasını bıçağıyla hemen yontmaya başladı. Yonta yonta ağaç parçasından bir sarmısak döveci yaptı. Akif amca fotoğraf makinesini getirmişti. O gün orada ilk defa ailece dışarıda fotoğraf çekindik.
Parkta güzel bir gün geçirdik. Çocuklar olarak biz birlikte oynarken, annemler kendi aralarında, babam da Akif amca ile bolca sohbette bulundular. Akşam eve başka bir yerden döndük. Büyükçe bir caddeden geçtik. Kocaman bir binanın üzerinde ip atlayan bir kız vardı. Işıklandırılmış olan kız devamlı olarak ip atlıyordu. Akif amca “Burası sirke fabrikası. Orada Türkler çalışıyor” dedi.
Bant teybi
Babam bir gün eve bir alet getirdi. Sorduğumuzda “Bu bir teyptir” dedi. Acaip birşeydi. Üzerinde iki tane büyük makara vardı. Bant dedikleri şey kayıt yapıyormuş. Babam parçalarını birer birer taktı. Mikrofona “Bir- iki- üç- dört, bir- iki- üç- dört, bir- iki- üç- dört” diye saymaya başladı. Ardından başka bir düğmeye basarak sesini teypten dinledik.
Teyp çok hoşumuza gitmişti. Cemile hemen teybe konuşmaya baßladı. Babamla onunla uzun bir müddet sohbet etti. Ardından konuştuklarını dinledik. Daha sonra sırayla İsmail’le ben ve annem de konuştu. Ama ben sesimi tanıyamadım. Hatta sesimi hiç beğenmedim. Zira benim sesime hiç benzemiyordu. Tuhaf ve garip birşeydi. Benim sesim bu kadar kötü müydü? İsmail de aynı şeyi söyledi. Kimse kendi sesini ne tanıyor ne de beğeniyordu.
O teyple saatlerce vakit geçirdik. Kayıtların üzerine yenilerini yaptık. Fakat en çok babam ve Cemile konuştu. İsmail ve bana bazen sıra geliyordu. Çünkü babam en çok Cemile’yi konuşturuyordu. Söylemiyordu ama en küçüğümüz olduğu için babam, herhalde en çok onu seviyordu. O daha üç buçuk yaşında idi. Fakat çok konuşkan idi. İsmail ile bana laf yetiştirmede hiç bunalmıyordu.
Teybe konuşmada en rahat kişi babamdı. Onun sesi ise kulağa hiç farklı gelmiyordu. Konuşurken heyecanlanmadığı gibi hiç de takılmıyordu. Mikrofonu eline aldı ve Yıldıray Çınar’dan türküler söylemeye başladı. Bir de eskiden beri en çok söylediği ‘Ela gözlüm’ türküsünü söyledi. Babamın anlattığına göre ‘Ela gözlüm’ türküsünü ilk defa Karacaoğlan adında eski zamanlarda yaşamış olan bir adam söylemiş. O türküyü çok söylediği için biz bile ezberlemiştik:
Ela gözlüm ben bu elden gidersem
Zülfü perişanım kal melül melül
Kerem et aklından çıkarma beni
Ağla gözyaşını sil melül melül
Türkiye’den gelirken beraberimizde annem iki tane kitap getirmişti. Biri çocukluğunda okuduğu Kur’an’ı, diğeri de Karacaoğlan’a ait bir kitaptı. Her ikisi de çok eski idi. Sayfaları neredeyse dökülüyordu. Karacaoğlan’a ait kitapta sadece tek bir resim vardı. Ön kapağında elinde sazı olan bir adamın resmi. Eski günlere ait elbisesiyle, düşünceli bir şekilde sazını çalıyordu. Eskiden insanlar demekki hep böyle idi. Düşünceli ve türküler söylüyorlardı. Bu kitabı babam anneme Türkçe okuma ve yazmasını öğretirken almıştı. Avustralya’ya gelebilmek için annemin okuma ve yazması olması gerekiyormuş. Babam ona iki hafta içerisinde hem okumasını hem de yazmasını öğretti. İşte bu Karacaoğlan kitabı da o nedenle alınmıştı.
Richmond mahalle pazarı
Richmond’daki evimizin yakınlarında bir sokak pazarı vardı. Pazar, cumartesi sabahları kuruluyordu. Richmond ve Abbotsford’da kaldığımız süre içerisinde hep bu pazar yerine giderdik. Tabii ki yürüyerek. Pazarda her türlü yiyecek vardı. Hatta adını bilmediğimiz ve ilk defa gördüğümüz meyve ve sebzeler de vardı. Ama biz sadece alıştığımız yiyeceklerden alıyorduk. Ancak annem her aradığını bulamıyordu. Zeytin, zeytinyağı ve beyaz peynir çok zor bulunuyordu. Hele hele sucuk ve pastırma gibi yiyecekler hiç yoktu. Avustralyalılar böyle şeyler yemiyorlarmış. Kahvaltıda başka şeyler yiyorlarmış.
Fiyatların yanında hep ‘lb’ ibaresi vardı. Bir ‘lb’ bir paund imiş. Biz daha çok herşeyden iki lb ağırlığında alıyorduk. Fakat üzüm gibi bazı yiyecekleri kasa ile alıyorduk. Domatesin paundu on iken, patetes de beş sent idi. En pahalı şeyin fiyatı onbeş sentti.
Satıcılar yüksek sesle mallarını tanıtarak müşteri çekmeye çalışıyorlardı. Bu durum babamın hem hoşuna hem de tuhafına gidiyordu. Zira Akdere pazarındaki günlerini hatırlıyordu. Orada birlikte çok şeyler satmıştık. Kavun, karpuz, mevsimine göre başka şeyleri birlikte satmıştık. Ama biz “Karpuza gel, kavuna gel” diye Türkçe bağırıyorduk. Bu adamlar da birşeyler bağrıyorlardı ama biz birşey anlamıyorduk.
SÜRECEK