CANNING Street’te oturduğumuz aylarda havalar soğumaya başlamıştı. Bazı günler çok ama çok soğuk idi. Fakat kar ne zaman yağacaktı? Çocuklar karda kızaklarını çıkaracak mıydı? Kızağa binmede bize de sıra verecekler miydi? Üstelik Canning Street düz bir cadde idi. Nerede kayılacaktı?
Anneme “Kar ne zaman yağacak?” diye sordum. Annem “Oğlum Avustralya’da kar yağmıyormuş” dedi.
Kar yağmıyormuş mu? Bu ne biçim iş? Kış gelecek ama kar yağmayacak! Köyde yağardı. Akdere’de de yağardı. Üstelik kar yağdığında havalar çok çok soğuk olurdu. O kadar ki soğuktan dışarı çıkamazdık. Ancak rüzgarsız olan günlerde ise karda oynamaya çıkardık. Büyük çocukların kızakları vardı. Ama bizi bindirmiyorlardı. Biz de annelerimizin plastikten yapılma ayakkabılarını ayağımıza takarak kayıyorduk. Taze olarak yağdığında pamuk gibi yumuşak olan karın üzerinde oynaya oynaya buzlanmasına sebep olurduk. Kayarken buza düşmek çok acıtırdı. Eve döndüğümüzde parmak, kulak, diz, baß ve yanaklar sancıdan yanmaya başlardı.
İşte o kışların birinde Akdere’de kaldığımız yıllarda emmioğlum Yusuf Ateş bir süre bizimle kalmak üzere köyden Ankara’ya geldi. Yusuf’un gelişi bilhassa İsmail ve beni heyecanlandırdı. Zira ilk defa bizimle oynayabilecek yaşta olan biri bizde kalacaktı.
Akdere’de diğer kuzenim Osman Kuyruk da vardı ama o fırsat bulduğunda bizi eziyordu. Bu nedenle ondan uzak durmaya çalışıyorduk. Osman esasında iyi bir çocuktu. Eli açıktı. Paylaşmayı seviyordu. Ama çok haşarı idi.
Bir gün Yusuf ve İsmail’le etrafı dolaşmak için dışarı çıktık. Yusuf’a mahallemizdeki yerleri gösterdik. Bakkal Haydar’a gittik. Oradan ekmek ve bir de gofret aldık. Dönerken sokakta Osman’a rastladık. Osman elindeki bir kürekle çamuru kara karıştırıyordu. Yanına yaklaşır yaklaşmaz bize içi çamurlu karla dolu bir kürek savurdu. Çamur en çok Yusuf’a isabet etti. Üzeri kar, su ve çamurla perißan oldu. Osman’ı kovaladık ama yakalayamadık.
Evde annem Yusuf’un elbisesini değiştirdi. Ona benim elbiselerimden birini verdi. O gün bir daha dışarı çıkmadık. Sıcakta oturduk oynadık.
Evde oynarken birden kapı çaldı. Kapıda Osman’ın ufak kardeşi Nurettin vardı. “Annem dayımdak istiyor” dedi. Annem, Nurettin’e bir miktar sarmısak verdi. Orada hemen bir plan kurduk. Osman’ı tuzağa düşürecektik. Nurettin’e “Abine söyle gelsin, onunla oynamak istiyoruz” dedim.
Oynamaya devam ederken kapı tekrar çaldı. Kapıdaki Osman’dı. Tuzağa düşmüştü ama haberi yoktu. Osman büyük bir sevinç ve heyecanla eve girdi. Ona göre sanki hiçbir şey olmamıßtı. Ama kapıyı kapatır kapatmaz Osman’ın üzerine çöktük. Onu iyice bir dövdük. Elimizden zar zor kurtuldu. Ayakkabısını giyinemeden yalın ayak karda koşarak evine gitti. Bizi bir gülüşme tuttu. Annem öğrenince çok kızdı. Fakat biz Yusuf’un intikamını almış olduk.
Gaz ocağı çalışmıyor
Soğuğa karşı babam gazyağı ile yanan bir ocak aldı. Odamızda onunla ısınıyorduk. Bittikçe gazyağını karşıdaki dükkandan satın alıyorduk. Onu alma görevi bana verilmişti. Gaz almak için boş bir plastik çamaşır şişesi götürüyordum. Adam içini dolduruyor karşılığında yirmi sent alıyordu.
Bir cumartesi sabahında tekrar bakkala gittim, adama boş şişeyi uzattım. Fakat bu kez oradaki adam terekten bir şişe alıp verdi. Şişeyi eve götürdüm. Sobayı doldurduk. Ama soba yanmıyordu. Babam sobanın bozulduğunu sandı. Buna çok sinirlendi. Zira sobayı daha yeni almıştı. Meğer soba bozulmamış. Adam bana çamaşır ilacı vermiş. Yanmamasının nedeni de bundanmış.
Ankara’da iken de bakkala gitme görevi benimdi. Orada bakkala en çok ekmek almak için gidiyordum. Carlton’da bakkala gidecek kadar İngilizce öğrenmiştim. Hesap yapmasını da biliyordum. Bakkala gidip evin ihtiyaçlarını almak benim birinci vazifemdi.
Buradaki bakkalların içi Bakkal Haydar’ınki gibi kokmuyordu. Ne ekmeğin kokusu aynıydı ne de bisküvilerin. Gazetelerin bile kokusu farklıydı. Hatta bakkaldaki hiçbir şey Akdere’deki gibi değildi. Fakat buradaki bakkallarda çok şey vardı. Ama birçok şey ise paket ya da teneke içindeydi. Sadece yumurta ve sebzeler açıkta satılıyordu.
Ekmeğin fiyatı Akdere’de yetmişbeş kuruş idi. Ben daima en yumuşak olandan alırdım. Yaşça büyük olanlar daha sert olanı tercih ederlerdi. Yumuşağı varken neden daha sert olanı alırlardı, bunu bir türlü akledemezdim.
Annem bazen para yerine bana karne verirdi. Karneyi hiç sevmezdim. Zira bakkallar çoğu zaman karneyi kabul etmezlerdi. Onun yerine demir para istiyorlardı. Ama Bakkal Haydar beni tanıdığı için karneyi kabul ederdi.
Avustralya’da karne yoktu. Annem hep demir para verirdi. Avustralya’da bir ekmek 18 sent idi. Ama Akdere’dekilerden birazca büyük idi. Onu bir kağıda sarıp veriyorlardı. Akdere’de sarmak yoktu. Elimizde götürüyorduk. Eve varıncaya kadar ekmeğin bir ucundan koparıp yemek alanın hakkı idi.
Kaybolmak
South Brunswick’teki ilkokula alıştırmak için ilk günlerde annem götürüp getirdi. Bir kaç gün böyle devam ettik. Birgün annem “Artık kardeşinle tek başınıza gidip geleceksiniz” dedi. Okula ilk gün tek başımıza gidişimizde başka çocukları takip ederek gittik. Ve okulumuzu böylece bulduk. Fakat okuldan dönerken eve kadar takip edeceğimiz kimse yoktu. Zira da©ğılan öğrencilerin nereye gideceği belli değildi. Okulumuzun yanından bir tren yolu geçiyordu. Onu aşmamız gerektiğini biliyordum. Karşı tarafa vardığımızda sola dönecektik. Bizim kaldığımız Canning Street de bir kaç sokak ileride olmalıydı. İsmail’le baştan yürümeye başladık. Önce Lygon Street, ardından Drummond Street, daha sonra Rathdowne Street... Fakat Canning Street sandığımız yere vardığımızda orası hiç de bizim kaldığımız caddeye benzemiyordu. Tabelada Amess Street yazıyordu. Bu sokak bizim değildi zira bizimkisinin ortası yeşil bir şeritle bölünmüştü. Bu yolda ise herhangi bir yeşil bölüm yoktu.
Gözlerime inanamıyordum. Yeşillik alan neredeydi? Bir günde kaldırılması mümkün değildi!
Tekrar baştan başlamak için ta yukarı çıktık. Sokakları tek tek saymaya başladık. Her vardığımız sokağa iyice baktık ama hiçbiri bizim kaldığımız sokak değildi. Bizim olması düşündüğümüz sokağa vardığımızda yolu ortasından bölen yeşil alan yoktu. Birden yağmur yağmaya başladı. Ortalık kısa bir zaman içerisinde sel oldu. Yağmur suyu içimize kadar işledi. Şimdi evimizi bulmak hepten zorlaşmıştı. Aradan epeyce bir zaman geçti.
Evde başkaları vardı ama Cemile odada yalnız idi. Annem birazdan işten gelecek, bizi evde bulamayacaktı. Yağmur hiç durmuyor, şarıl şarıl yağıyordu. Gittikçe de şiddetleniyordu. Bu durumda çok gerilmeye başladım. Yağmur hep böyle zorlu zamanlarda mı yağardı? Çok sinirleniyordum. Kahrediyordum. Nereye gitti bu sokak? Gökyüzüne mi çekilmişti?
İsmail ağlamaya başladı. Çok korkmasın diye ağlamamaya çalıştım. Korkudan değil ama kahrımdan ağlamak istiyordum.
Yağmur nihayet durdu. Her nasıl olduysa bir sokak daha aşağı inmek aklımıza geldi. İndik... Ve orası evimizin bulunduğu sokak idi. Evet, yeşil alanla bölünmüş yer orası idi. Sevincimizden evimize kelebekler gibi uçtuk.
Eve vardığımızda sırıl sıklam olmuştuk. Doğru odamıza girdik. Cemile tek başına bizi bekliyordu. Annem henüz işten gelmemişti. Önemli olan evimize varmaktı. Ama bir daha asla kaybolmayacaktık.
SÜRECEK