KALDIĞIMIZ sokağın biraz ötesinde Türk komşularımız vardı. Annem onların da Çorumlu olduklarını söyledi. Çocukları bizden büyüktüler. Aralarında babaları ile birlikte işe gidenler vardı. Ufak olduğumuz için bizimle oynadıkları olmuyordu. Bir gün evlerinin önünde insanlar birikmiş evdeki eşyaları bir kamyona yüklüyorlardı. Annem “Onlar Mildura’ya göçüyor” dedi.
Mildura’da üzüm bağları varmış. Orada çalışacaklarmış. Üzüm toplayacaklarmış. Mildura acaba bizim köy gibi miydi? Gerçi annem daha büyük olduğunu söyledi. Ama acaba topladıkları üzümden pekmez yapacaklar mıydı? Avustralya’da pekmez var mıydı? Avustralyalılar pekmezi biliyor muydu? Okula getiren yoktu. Bakkalda da satılmıyordu.
Köyümüz tepelerle çevrili idi. Toprak yolu dolana dolana bağlara gidiyordu. Orada herkesin bir bağı vardı. Bağlarda üzüm, elma, erik ve eyvaz gibi çok çeşit meyve vardı. Eyvaz çok ekşi olurdu. Olmadan yenilirse ağızdaki ekşilik hiç gitmezdi. Hasan emmim, bağlarımızın cennet bahçesine benzediğini söylerdi. Bağların ortasından bir çay akıyordu. Yaz aylarında etrafında kuzenlerim Gazi ve Yusuf’la birlikte çobanlık yaptığımız çay bu çaydı. Suyu buz gibiydi.
Bağlara en çok Hasan emmimle giderdik. Çocukları Dursun, Kezban ve Zeynep’le birlikte kağnısına binerdik. Kağnının tekerlediğinden çıkan ses beni çok duygulandırırdı. Yanık yanık gıcırtısını çok severdim. Amcam arada iner tekerleğin ortasına yoğurt sürerdi. Seste değişiklik olurdu. Fakat her nedense karşıdan gelen kağnının sesi daha bir güzel olurdu. Bazen sırf sesini dinlemek için bir kağnıdan diğerine atladığım olurdu.
Bağda büyükler üzüm toplarken biz de oralarda, büyük ağaçların gölgesinde oynardık. Bazen erik ve eyvaz toplar, bazen de ağacından armut ve elma yerdik. Toplanan üzüm daha sonra köye getirilirdi. Köyün kadınları onları ayakları ile ezip suyunu çıkarırdı. Ardından günlerce yanan ocakta koca kazanlar içinde pişirilirdi. Pekmezi bizim köyde Bekir dedem yapardı. Herkesin pekmezini o pişirirdi. Köyümüzün aşçısı oydu.
Mildura çok uzaklarda olan bir yerde imiş. Arabayla bile saatlerce vakit alıyormuş. Arabasız oralara gitmek zormuş. Komşularımızı yolcu ettik. O aileyi bir daha hiç görmedik.
Adını bildiğim ilk öğretmenim
South Brunswick Primary School’da İsmail ve benim dışımda üç tane daha Türk çocuğu vardı. Ama onlar başka sınıflarda okuyorlardı. Onlarla hiç görüşemiyorduk. Ben birinci, İsmail ise ikinci sınıfa gidiyorduk. Yavaş yavaş İngilizceyi öğrenmeye başlamıştık. Benim öğretmenimin adı Miss Preston idi. Miss Preston Avustralyalı idi. Bana çok iyi davranıyordu. Abbotsford’da İngilizce dersi veren öğretmen gibi kötü davranmıyordu.
Miss Preston bir gün sınıfta “Geçen sene aya çıkıldı” dedi. Bunu daha önce de duymuştum. Tombiş Ali küllükte anlatmıştı. “Aya çıkıldı. Belki birgün biz de gideriz” dedi. Tombiş bunu dedikten kısa bir zaman sonra biz Avustralya’ya çıktık. Uçakta ayın yanından geçerek geldik. Ama aya nasıl çıkılıyordu, onu bilmiyordum. Bunu çok merak ettim. Öğretmen “Bir roketle çıkılıyor” dedi. Roketin de ne olduğunu çıkaramadım.
Miss Preston annemden yaşça büyük görünüyordu. Ders sonunda dağılırken hergün çocukları yanaklarından öpüyordu. Bazı çocuklar öptürmüyordu. Ben de utancımdan öptürmüyordum.
Alaylar
İngilizcem gittikçe iyileşiyordu ama diğer çocuklar gibi konuşmakta zorlanıyordum. Fakat öğrendikçe onlarla konuşabiliyordum, onlar da benimle konuşabiliyorlardı. Konuşabilmek çok güzel birşeydi. Kim, hangi ülkeden gelmiş, evde hangi dili konuşuyor, bunları birbirimizden öğreniyorduk.
Fakat çocuklar arasında başkalarına karşı kötü davrananlar da vardı. Bunlar daha çok öteki sınıfta okuyan çocuklardı.
Benim en iyi arkadaşım bir Yugoslavyalı çocuktu. Aynı sınıftaydık. Adı Küsta idi. O da Avustralya’ya ailesi ile birlikte gelmiş, bizim gibi yeniydi. Sınıfta Küsta ile yanyana oturuyorduk. Teneffüste hep birlikte oynuyorduk. Onunla çok iyi anlaşıyorduk. Küsta benden daha uzun ve iri idi. Fakat öteki birinci sınıftaki çocuklardan Robbie ve arkadaşı teneffüste Küsta’ya musallat oluyorlardı. Devamlı ona saldırıp kaçıyorlardı. Ben de onunla birlikte olduğum için Robbie ve arkadaşları beni de hedef almaya başladılar. Her teneffüste saldırmaya başladılar. “You wog” diye vurup vurup kaçıyorlardı. Avludaki görevli öğretmenlere söylemenin bir faydası yoktu. İlgilenmiyorlardı. “Don’t tell tales” diyerek sustuyorlardı.
Yeni gelen çocukların saçları kısa oluyordu. Üstelik yeni gelene ‘wog’ diyorlardı. ‘Wog’ olduğumuz ya saçımızdan ya da annelerimizin ördükleri yeleklerden hemen anlaşılıyordu. ‘Wog’un ne anlama geldiğini bilmiyordum ama kötü birşey olduğu Robbie ve arkadaşlarının tavrından belli oluyordu. Dolayisiyle ‘wog’ demeleri bize küfür gibi geliyordu.
Bir de Avustralyalı çocuklara göre biraz daha esmer idik. Ama Robbie İtalyan ve Yunan çocuklara da musallat oluyordu. Zira onlar da ya saçlarından, ya elbiselerinden, ya da tenlerinden birer ‘wog’ oldukları anlaşılıyordu. Robbie ve arkadaşları ise beyaz tenli, mavi gözlü ve sarı saçlıydılar. Üstelik saçları uzundu. Uzun saç bizde hiç yoktu.
Uzun saç bizde sadece kızlarda olurdu. Türkiye’de hiçbir erkekte görmedim. Zira hiçbir erkek kız gibi olmak istemezdi. Ama Avustralya’daki bazı erkek çocukların saçları kızlarınki gibi uzundu. Bu nasıl birseydi? Robbie ile kavga etmemek için Avustralyalılar gibi saçımızı mı uzatacaktık?
Kavgalar
Her sabah olduğu gibi okul öncesinde avluda zilin çalmasını bekliyorduk. Sınıftaki öğrencilerle bir aradaydık. Baktım ki İsmail ağlayarak yanıma geliyordu. Gözyaşı ile ağız salyası karışmış vaziyette “Robbie bana vurdu” dedi. Buna çok sinirlendim. Ama bizim İsmail de tam da kavga yapacak adamı bulmuş. Baktım ki ötede Robbie ve arkadaşları gülüsüyorlardı. Onlara doğru gittim. Yanlarına varır varmaz Robbie ile kavgaya tutuştuk. Bir müddet güreştik. Birlikte yere yıkıldık.
Kalkar kalkmaz Robbie’nin kafasını iki elimle tutup dizimi yüzüne çarptım. Robbie bir daha yere yıkıldı. Yüzünü tutarak ayağa kalktı. Ama ağzı ve burnu kan içindeydi. Tam o sırada zil çaldı. Herkes sınıflarına dağıldı. Sınıfta ders boyunca Robbie’yi düşündüm. Dövdüğüm için biraz üzülmüştüm. Çünkü çok fena etmiştim. Ama kavgayı başlatan oydu. Şimdi adamlarını toplayıp muhakkak üzerime çullanacaktı. Bu kesindi. Robbie intikam almak isteyecekti. Teneffüse çıkınca aynen düşündüğüm gibi oldu. Robbie arkadaşlarıyla birlikte yanıma geldi ve “Öğretmenim ‘Git, sen de o çocuğu döv’ dedi” dedi. Robbie böylesine saçma birşey söyleyince cesaretim arttı. Robbie’ye bir “Get lost” çektim. O da arkadaşları ile uzaklaşıp gitti. Ondan sonra bana bir daha yaklaşmadı. Bu olaydan sonra herkes beni konuşmaya başladı. Bazı çocuklar beni birbirlerine işaret edererek aralarında birşeyler konuşuyorlardı. Bazıları da gelip “Robbie’yi döven sen misin?” diyorlardı.
SÜRECEK