BEYAZ ekmekte domuz yağı bulunuyor diyorlardı. Herkes öyle söylüyordu. Bu nedenle dilinmiş beyaz ekmekten almıyorduk. Halbuki onunla sandviç yapmak daha kolaydı. Ekmeğin dilimleri plastik gibiydi. Hiç dağılmıyordu. Üstelik dilimleri de inceydi.
Öğle yemeğimizi okula evden götürüyorduk. Annem her sabah İsmail’le bana sandviç hazırlıyordu. Fakat bizimkiler viyana ekmeğinden yapılıyordu. Okuldaki çocuklarınki ise dilinmiş beyaz ekmekten oluyordu. Kendisi kestiği için annem ekmeği pek ince kesemiyordu. Daha ince kesilirse ekmek dağılıyordu. Dağılmaması için belirli bir kalınlıkta olması gerekiyordu.
Ekmeğin arasına sadece reçel sürse bile sandviçler kapkalın oluyordu. Ekmeğin kalınlığı öteki çocukların dikkatini çekiyordu. Kalın ekmekle yemek saatleri bir çileydi. Bu nedenle bazen hiç yemeden yemeğimizi eve geri götürdüğümüz oluyordu.
Okulda sıcak yemek
Annem bir gün “Bugün işe gitmeyeceğim. Okula yemeğinizi ben getireceğim” dedi. Buna çok sevindik, zira başka çocukların anneleri okula hergün geliyordu. Annem ise ilk defa gelecekti.
Yemek saatinde o gün Miss Preston “Yemek yemiyor musun?” dedi. Ben de “Annem okula gelecek. Yemeğimizi o getirecek” dedim.
Öğle teneffüsünde İsmail’le annemi bekledik. Avlunun evimize yakın olan kenarında oturduk. Birden annem görünüverdi. Elinde bir sepet vardı. Bizi okulda görmekten çok mutlu oldu. Oturaklarda oturduk ve annem oracıkta hemen bir sofra kurdu. Önce sepetten bir masa örtüsü çıkardı. Onu güzelce bir yaydı. Ardından bir tencere, bir de babamın işe götürdüğü sefer tasından çıkardı. Sonra da porselen tabak, kepçe ve kaşıklar... İsmail’le hem sıkılmaya hem de utanmaya başladık. Zira avludaki çocuklar başımıza yığılmaya başlamıştı.
Annemin, çok iyi birşey yapmış olmanın verdiği gurur ve mutluluktan yanakları parlıyordu. Memnun ve mesrur bir şekilde tabağa şehriye çorbası koydu. Bir kepçe bana bir kepçe de İsmail’e... Çocuklar hayret ve dehşet içinde bizi izliyorlardı. Sanki bir sinema filmi gibi pür dikkat seyrediyorlardı. Belli ki okulda ilk defa sıcak yemek yiyeni görüyorlardı.
Annem bununla kalmadı. Oradaki çocukları da sofraya davet etti. “Yu kam piliz” dediyse de kimse oturmadı. Çocuklar sessizce bizi izlemeye devam etti. İsmail ile büyük bir suç işlemiş gibi yemeğimizi sessiz sessiz yemeye devam ettik. Ortalıkta bir sessizlik hakimdi. Ta ki sınıfımdan Paul “Hey, biz de evde öyle yiyoruz” dediği ana kadar... Bu kez hepten rezil oldum.
O gün o yemeği nasıl yediğimi hâlâ tam olarak hatırlayamıyorum. Ama annemden bir daha okula yemek getirmesini asla istemedik.
Cemile evde yalnız
Cemile üç buçuk yaşlarında olduğu için okula gidemiyordu. Bu nedenle bizi tek başına evde bekliyordu. Zira babam General Motor’daki işine gitmek için öğleden sonra saat üçte evden ayrılıyordu. Biz ise eve saat dörtte varıyorduk. Dolayisiyle bir saat yalnız başına evde kalıyordu. Hergün böyle idi. Kapıyı bizden başka kimseye açmamasını tembih ediyorduk.
Cemile oyuncak bebekleri ile oynamayı seviyordu. Emziklerini de çok seviyordu. Belki de beş tane emziği vardı. Her birini özenerek koruyordu. Neredeyse her haftasonunda babama yeni bir emzik aldırıyordu. Biz okuldan gelinceye kadar onlarla oyalanıyordu.
Fakat Cemile bir yandan emzik emiyor bir yandan da bize laf yetiştiriyordu. İki abisine tek başına rahat yetiyordu. Ona kalsa hergün bizimle okula gelmek istiyordu. İsmail’le arada İngilizce konuşuyorduk. O da buna sinir oluyordu. Bazen bilmediği halde “Ben de İngilizce biliyorum” diyordu. Ardından “Biliyordun”, “Yok bilmiyordun” diye hararetli bir tartışma yaşanıyordu.
Cemile haftasonlarında babamın kucağına oturup “Baba, ben de İngilizce konuşabiliyorum, değil mi?” diye soruyordu. Babam da “Tabi, kızım, tabi” diye cevap veriyordu. İsmail de bu duruma sinir oluyordu.
Annem St Georges Road üzerindeki ayakkabı fabrikasında çalışıyordu. İşini saat beşte bırakıyordu. İşten dönünceye kadar onu evde bekliyorduk. Dışarıya çıkamıyorduk. Aç isek buzdolabından birşeyler alıp yiyorduk. Çok zaman da yemeden annemin işten gelmesini bekliyorduk. Fakat o gelinceye kadar televizyon seyrediyorduk.
Televizyonda en çok çizgi filmleri seviyorduk. En beğendiğimiz çizgi filmler ‘Prince Planet’, ‘Superman’, ‘Bugs Bunny’, ‘Road Runner Show’ ve ‘Astro Boy’ idi. Ardından da ‘Lost in Space’ dizisine bayılıyorduk.
Annem gelince bizi doyuruyor ve birlikte ‘Gilligans Island’ ve ‘Here’s Lucy’ komedilerini seyrediyorduk. Konuşulan herşeyi tam olarak anlamıyorduk ama buna rağmen çok gülünç buluyorduk. Annem bazen daha iyi anlamak istediğinde bize soruyordu. Biz de ona tercüme etmeye çalışıyorduk.
Kışta ev oyunları ve hikayeler
1970 yılının kışı Avustralya’da geçirdiğimiz ilk kış günlerimizdi. Günler çok kısa idi ve tam da ‘Lost in Space’in başlayacağı saat beşte karanlık basıyordu. Hemen ardından da annem işten geliyordu.
Annem geceleri bize köyde oynadıkları ne kadar oyun varsa onları öğretti. Bunlardan biri de “El üstünde kimin eli var?” oyunu idi. Birimiz ebe seçilirdi. İsmail ve Cemile ilk başta ebe olmak istemezlerdi. Dolayisiyle en çok ilk ebe ben olurdum. Daha sonra diz ve ellerim üzerine çökerdim. Ondan sonra İsmail, Cemile ve annem ellerini üst üste sırtıma koyarlardı. En üstteki elin kime ait olduğunu bilirsem bu kez ebe o kişi olurdu. En çok ebe Cemile olurdu çünkü elini en son o koymak isterdi. Ebe en üstteki elin kime ait olduğunu bilemediğinde sırtı yumruklanırdı. Ama annem sert vurmamızı yasaklamıştı. Buna rağmen İsmail ve ben birbirimize çaktırmadan arada bir sert vurduğumuz olurdu.
Oyunlardan sonra annem bize masallar anlatırdı. Anlattığı masalları o da Dudu ebemden duymuştu. Dudu ebem de kendi ebesinden ezberlemişti. Annem her anlattığında ilk defa anlatıyor gibi anlatıyordu. Biz de her dinlediğimizde ilk defa dinliyor gibi dinliyorduk. Masallardan bir kaçını anlatıncaya kadar zaten uykumuz gelirdi. Annemin en çok anlattığı ve bizim de en çok sevdiğimiz masallar ‘Pıtıcık’, ‘Cimbüzük’, ‘Cıngıllı Kedi’, ‘Altın İnek’ ve ‘Dört Gözlü’ idi.
Masalların bazıları okuldaki kitaplardakine benziyordu. Onlar da esasında belki de Türk masalları idi. Masallarda ormanda şirin bir evde yaşayan, çocukları seven, onları kandıran ve ardından kaçıran ve daha sonra yiyen muhakkak kötü bir kocakarı vardı.
SÜRECEK