AT arabası ile sokakları dolaşan sütçüler sabahın erken saatlerinde evlere süt dağıtırlardı. Bunu güneş doğmadan önce yaparlardı. Her sabah ıssız ve sessiz sokakları dolaşan atın nallarından çıkan ses ta yatak odasından duyulurdu.
Sınıf arkadaşım Paul bu atların olduğunu söyledi. Bunlar bir başka ülkeden, İskoçya'dan getirilmiş. Ayaklarında uzun kılları vardı. Hızlı koşamıyorlarmış. Fakat diğer atlara göre hem güçlü hem de çok büyüktüler.
Sütçü, arabasından iner bazı evlere bir, bazılarına da iki ya da üç şişe süt bırakırdı. At, sütçünün hızında kendiliğinden yolda ilerlerdi. Sıradaki evin önüne kadar yürür orada bir müddet beklerdi. Ondan sonra öteki evin karşısına kadar yürürdü. At hangi evin önünde ve tam nerede duracağını bilirdi. Bu iş haftanın her günü yapılırdı.
Sabahları çok soğuk olurdu. Her nefes aldığında atın burnundan baca gibi buhar çıkardı.
Aynı şekilde ekmekçiler ekmek, gazeteciler de gazete bırakırlardı kapıların önüne. Süt, ekmek ve gazete ücretleri de her hafta cuma günleri aynı şekilde hane sahipleri tarafından kapının önüne bırakılırdı. Bu paralara sütçü ve ekmekçiden başka kimse dokunmazdı. Ne parada, ne ekmekte ne de hesapta bir yanlışlık olmazdı.
Bize de hergün bir ekmek bir de bir 'pint' süt şişesi bırakılırdı. Süt ve ekmeği içeri almak benim görevimdi. Bu işi yapmak hoşuma giderdi.
Yozgatlı Yılmaz Aslan
Annem bir gün “Sokağımıza bir Türk ailesi taşındı” diye bize bir müjde verdi. Ardından “Çocukları da var” diye ekledi. Bu habere çok sevindik. Çünkü ilk defa aynı sokakta bir Türk aile komşumuz olacaktı.
O gün sokakta Yılmaz’la buluştuk. Benimle aynı boydaydı ama esmer tenliydi. Bizi görünce “Benim adım Yılmaz Aslan. Ben Yozgatlı’yım” dedi.
Ben de kendimizi tanıttım. “Benim adım Kazım. Bu da kardeşim İsmail. Biz de Çorumlu’yuz” dedim.
Hayatımda ilk defa birine nereli olduğumu söylemiş oldum. Zira daha önce Çorumlu olduğumu kimseye söyleme gereği duymamıştım. Yılmaz ise gururla Yozgatlı olduğunu söyledi.
Yılmazlar da Scotchmer Street üzerinde oturuyorlardı. Bizim evin numarası 44, onlarınki ise 8'di. Yılmazların evi kırmızı tuğlalı idi. Önünde ufak bir bahçesi vardı. Güzel bir eve benziyordu. Bizim evimiz de güzeldi. Ama daha önceki oturduğumuz evlerin hepsi eski idi.
Yılmaz’ın babası da General Motor’da çalışıyormuş. Babam gibi o da ‘afternoon shift’ işçisiymiş. Onun annesi de annem gibi bir fabrikada çalışıyormuş.
Yılmaz’ın bir de ufak kız kardeşi vardı. Adı Hacer’di. Cemile’yle aynı yaşta idi. O da Cemile gibi küçük olduğu için henüz okula gitmiyordu. O da annesi ve babası işte, abisi de okulda olduğu için, çoğu zaman evde yalnız başına kaldığı oluyordu.
Dalya oynamak
Yılmaz benden bir iki yaş büyüktü. Ama Tombiş Ali gibi o da çok şeyler biliyordu. O, North Fitzroy’daki, bizim bir günlüğüne gittiğimiz Alfred Crescent Primary School’a gidiyordu. Ben birinci sınıf öğrencisi iken o üçüncü sınıf öğrencisiydi.
Okul sonrasında Yılmaz’la hergün buluşuyor birlikte oynuyorduk. Yılmaz bize yeni oyunlar öğretti. Bunlardan en çok oynadığımız oyunun adı ‘dalya’ idi. Bu oyun beş taş ve bir de topla oynanıyordu. Taşları, üstüste dizdikten sonra öteden yuvarlayarak topla devirmeye çalışıyorduk. Taşları devirdikten sonra koşup dağılıyorduk. Sonra da yakalanmadan taşları tekrar üstüste dizmeye çalışıyorduk. Bu oyunu çok sevmiştik ve hergün muhakkak dalya oynuyorduk.
Ama ortada bir sorun vardı. Zira Yılmaz, İsmail ve ben toplam üç kişi idik. Eşit sayıya bölünmemiz mümkün değildi. Bu nedenle bir yarış düzenledik. Yarışı kazanan tek başına bir takımı, diğer iki kişi de öteki takımı oluşturacaktı. Yarışı ben kazandım ve tek başıma takım oldum.
Ancak, ne kadar hızlı olsam da dalya oyununu en çok İsmail ve Yılmaz kazanıyordu. Tek başıma olduğum halde arada onları yendiğim de oluyordu. Ama buna rağmen çok zevk alıyorduk. Bazen çok uzaklara kadar koşuyorduk.
Dalyadan sonra saklambaç oynuyorduk. Saklambacın iyi bir yönü vardı zira takım yapmaya gerek yoktu. Bazen Scotchmer Street ve Nicholson Street köşesinde bulunan otobüs deposunun içine kadar gidip saklandığımız oluyordu.
Akşama doğru koşmaktan yoruluyorduk. Kaldırımın bir kenarına oturup sohbet ediyorduk. Yılmaz’ın anlatacağı çok şey oluyordu. Zira o Türkiye’de okula gitmişti. Üçüncü sınıf öğrencisi olduğu için çok şey biliyordu. ‘Eski zamanlarda’ olanlardan ve yaşananlardan anlatıyordu. “Türkler çok büyük ve güçlü bir millettir” diyordu.
Bir gün bize heyecanla Atatürk ve Hazreti Muhammed’den bahsetti. “Atatürk büyük bir komutandı. Hazreti Muhammed Mustafa bizim peygamberimizdir” dedi. Bunu ilk defa duymuştuk. Din ve tarih hakkında Yılmaz bize çok şeyler anlattı.
Yılmaz’ı çok sevmiştik. O da bizi çok sevmişti.
Çağla toplamak
Haftasonlarında gün boyunca Yılmaz’la birlikte vakit geçiriyorduk. Gidemediğimiz sokak ve uzak yerlere Yılmaz’la gitmeye başladık. Yılmaz mahalledeki erik ve kaysı ağacı bulunan bütün bahçelerin yerini biliyordu. En çok çağla toplamayı seviyordu. Çağlaları bazen evinden getirdiği tuza banarak yiyordu. O ne yapıyorsa biz de aynısını yapıyorduk.
Yılmaz ilk defa bizi çağla toplamaya götürdüğünde aramızda bir tartışma yaşandı. Zira Ankara’da başkalarının bahçesinden çağla toplamanın 'haram' olduğunu biliyorduk. Bu nedenle ben önce itirazda bulundum:
- Bunlar haram.
- Haram sayılmaz, lan.
- Neden?
- Çünkü adamlar yemiyorlar. Bak yere düşüyorlar. Biz yere düşeni yersek onları çürümekten kurtarmış oluruz. Allah da bizi sever.
- Ama annem kızar
- Annenin nereden haberi olacak?
O gün üçümüz birer kilo erik ve çağla yedik. Karnım çok fena halde ağrımaya başladı. Ama Yılmaz’a birşey olmadı.
Vakit ilerleyince Yılmaz’a “Artık eve gidelim. Yoksa karanlık olacak” dedim. Yılmaz “Tamam, başka gün yine geliriz” dedi.
Eve doğru yol alırken önümüze birden başka oğlanlar çıktı. Üç kişiydiler ama Yılmaz’ın yaşlarında idiler. Bakışları ile önce bizi bir müddet süzdüler. Ardından içlerinden biri:
- Siz kimsiniz?
- Benim adım Yılmaz Aslan. Bunlar da kardeşlerim.
- Nerede oturuyorsunuz?
- Scotchmer Street’de oturuyoruz.
- Nerelisiniz?
- Biz Türkiye’den geldik. Türk’üz.
- Farketmez, yine de ‘wog’sunuz.
Bunun üzerine oğlanlarla bir kavga çıktı. Üçü birden Yılmaz’a saldırdı. İsmail’le ben dehşet içinde seyrediyorduk. Zira Yılmaz vurduğunu yere seriyordu. Üçünü de tekme tokat perişan etti. Bizim yardım etmemize bile gerek kalmadı.
Oğlanlar tekrar kalktılar ama Yılmaz dimdik ayakta vaziyetini koruyordu. Şöyle bir baktılar ama kavgayı sürdürmeye cesaret edemediler. “Bir daha bu mahallede sizi görmek istemiyoruz” diyerek kaçıp gittiler.
Yılmaz da arkalarından “Biz Scotchmer Street’te oturuyoruz. Bir daha sizi burada görmek istemiyorum” diye bağırdı.
Eve doğru yola alırken Yılmaz, “Size kimse dokunamaz. Dokunanı sererim” dedi.
SÜRECEK