ANNEM bir cuma günü “Yarın hep beraber markete gideceğiz” dedi. Oraya taksi ile gideceğimizi söyledi. Marketin adı Victoria Market’miş. Richmond’daki açık hava marketinden çok daha büyük bir yermiş. Aradığın herşey orada varmış.
Cumartesi günü sabah erkenden hazırlandık. Babam Scotchmer Street ve Nicholson Street köşesine giderek bir taksi çağırdı. Babam öne, biz de annemle birlikte üç kardeş arka tarafa bindik. Victoria Market’e varınca taksiciye babam 68 sent ücret ödedi.
Victoria Market çok geniş bir alana yayılmıştı. Üzeri kapalı ama kenarları açık olan sıralardan oluşuyordu. Hava o gün çok soğuktu. Buna rağmen market yeri çok kalabalıktı. Bazı satıcılar tuhaf bir şekilde bağırarak mallarına müşteri çekmeye çalışıyordu.
Bir süre fiyatlara baktıktan sonra annem ve babam meyve ve sebze almaya başladı. Bazı şeylerden bir, bazılarından da ikişer ‘pound’ ağırlığında alıyorlardı. Fakat bazı şeyleri de kasa ya da kutu halinde aldık. Aldıklarımız çoğaldıkça taşınması zorlaşıyordu.
Daha sonra tamamen kapalı olan bir bölüme geçtik. İçerisi dışarısı kadar soğuk değildi. Buradaki satıcılar daha çok cam ve duvarla bölünmüş olan yerlerden satış yapıyorlardı.
Babam burada bir yeri özellikle aradı. Bu yer Yunanlar’a aitmiş. İş yerindeki Türkler “Yunanlar, Victoria Market’te sucuk ve pastırma satıyor” demişler. Yunan satıcılarda ayrıca beyaz peynir, zeytin ve zeytin yağı da bulunuyormuş. Buna çok sevindik zira Avustralya’ya geleli ilk defa beyaz peynir ve zeytin alacaktık.
Satış yapan kadının biri Türkçe biliyordu. Fakat bizden birazca farklı konuşuyordu. Babam “Bu kadın Yunan” dedi. Bazı Yunanlar Türkçe konuşabiliyorlarmış. O kadından çok şeyler aldık. Sucuk, pastırma, peynir ve zeytinle birlikte kırmızı biber gibi başka baharatlar da aldık. Bir de bulgur aldık. Annemin ‘domatesli bulgur aşı’nı ve bulgur pilavını çok özlemiştik.
Orada alışveriş yaparken bir Türk ailesi gördük. Annem kadına “Türk müsünüz?” diye sordu. Kadın da Türk olduklarını söyledi. Annem kadınla, babam da adamla epeyce bir konuşma yaptı. Konuşma sırasında herkes birbirine nereli olduğuna, ne zaman geldiğine dair sorular sordu.
O gün başka Türkler de gördük. Türk olan adamları bıyıklarından ve kadınları da eşarplarından çıkarmaya başladık. Öyle ki Türkiye’den gelenleri çok uzaklardan tanır olduk. Türk’e benzeyen birine yaklaşınca babam hemen “Hemşerim, sen Türk müsün?” diye soruyordu. Eğer Türk ise hemen koyu bir sohbet açılıyordu.
Artık eve dönme vakti gelmişti. Zira marketten aldıklarımızı taşımaktan yorulmaya başlamıştık. Marketin girişinde bir taksi durağı vardı. Fakat oraya ulaşmak için et ve balık bölümünden geçmemiz gerekiyordu. Cemile o bölümden geçmek istemedi. Zira orası hem çok kalabalık, hem de çok fena kokuyordu. Babam Cemile’yi kucağına aldı. Onu o bölümden ancak öyle geçirebildik.
İtalyan’ın çiftliği
Babam ertesi cumartesi sabahı evimizin yakınında bulunan bir dükkandan bir kıyma makinesi aldı. Makine ile kıyma çekebileceğimizi ve bir de sucuk yapabileceğimizi söyledi. Artık kıymamızı kendimiz çekecek, sucuklarımızı da kendimiz yapacaktık! Ama bunu yapabilmek için şimdi de et lazımdı.
O gün Richmond’dan Akif amca ve Güven geldi. Akif amca bir araba almıştı. O araba ile gelmişlerdi. Akif amcanın anlattığına göre arabası 1962 model Holden’di. Araba sahibi olduğu için çok mutlu görünüyordu.
Akif amcanın araba aldığını ilk duyduğunda babam “Akiflerin herhalde Türkiye’ye dönmeye niyetleri yok” demişti. Zira arabalar çok masraflı oluyormuş. Para biriktirmeyi zorlaştırıyormuş. Araba ya da hele hele ev almak Avustralya’da ebedi olarak kalmak manasına geliyormuş.
Arabada başka bir amca daha vardı. Babam bir çiftliğe gideceğimizi söyledi. İsmail’le beni de götürecekti. Buna çok sevindik. Zira hem Güven’le bir gün geçirecektik, hem de ilk defa bir çiftliğe gidecektik.
Arabada üç büyük, üç de küçük insan vardı. Büyükler kendi aralarında, küçükler olarak da biz kendi aramızda konuşuyorduk. Araba sürebilmek için ‘ehliyet’ lazımmış. Ehliyete İngilizce olarak ‘layses’ deniliyormuş. Polis durdurursa “Sori no layses” deyince başka birşey gerekmiyormuş.
Akif amca bizi çok uzak yerlere götürdü. Yolda büyük bir binanın önünden geçerken “Burası Ford fabrikasıdır. Türkler burada çalışıyor” dedi. Öteki amca lafa karışarak “Burası Broadmeadows bölgesidir. Türkler buradaki hostelde kalıyorlar. Biz de üç ay orada kaldık” dedi.
O amca hostel hakkında çok şeyler anlattı. Fakat hostelin ne olduğunu bilmiyorduk. Zira biz geldiğimizde hostelde hiç kalmadık. Havaalanından doğru Mehmet Ateş amcanın evine gitmiştik. Kalacakları yeri olmayan Türkler evvela hostelde kalıyormuş. Ev ve iş bulunca oradan taşınıyorlarmış.
Ford fabrikasını geçince ileride bir yola saptık. Bir müddet daha gittikten sonra çiftlik dedikleri yere vardık. Çiftlikte değişik bölümler vardı. Çiftlik sahibi küçük ve iri koyunları bölümlere ayırmış. Direkte bulunan bir karton kağıt üzerinde rakamlar vardı. Birinde $2, diğerinde $3 ve bir ötekisinde de $4 yazıyordu.
Çiftliğin sahibi sınıfımdaki Paul gibi bir İtalyan’dı. İtalyanlar, Yugoslav ve Yunanlar gibi farklı bir ülkeden gelmişti. Çok eskiden geldikleri için İtalyan ve Yunanlar’ın İngilizcesi çok iyiydi.
Akif amca çiftlik sahibine seçtiğimiz koyunları gösterdi. Adam koyunların arasına daldı. Hayvanları yakalayabilmek için epeyce bir uğraştı. Sonunda seçtiğimiz koyunları yakalayarak bölmelerin dışına çıkardı. Sonra da onları ayaklarından bağladı. İsmail, Güven ve ben koyunlara çok acıdık. Zira ayaklarından bağlandıkları için kımıldayamıyorlardı. Kurtulmaya çalışıyorlardı ama çaresiz kalıyorlardı. Çırpındıkça yoruluyor, yoruldukça da hızlı hızlı nefes alıyorlardı. Biz, içimizden, koyunların kurtulmalarını istiyorduk.
Akif amca paraları topladı ve İtalyan’a ödedi. Biri $2, biri $3, diğeri de $4 dolar idi. Üç koyuna toplam 9 dolar verdi. İtalyan koyunları tek tek alıp arabanın bagajına koydu. Sonra da kapağını kapattı. Bu kez koyunlara daha da üzüldük.
Çiftlikten çıkınca öteki amcanın evine gittik. Amca burada koyunları kesecekti. Biz de yüzülmesinde amcaya yardımcı olacaktık.
Amca koyunları keserken İsmail, Güven ve ben bakamadık. İlk defa bir koyunun kesildiğini görüyorduk.
Amca kesilen koyunları daha sonra yüzmeye başladı. O yüzerken biz de koyunları ayaklarından tuttuk. Bu iş bir kaç saat sürdü. Bir yorulmuştuk ama amca bizden daha fazla yorulmuştu. Zira yüzünden ter akıyordu.
Koyunlardan arta kalan deri ve bağırsakları amca evinin arka bahçesine gömdü. Fakat yünlerini bir torbaya koyarak bize verdi. Çünkü annem yünlerden yorgan yapacaktı.
Bir ara bir fırsat buldum ve Akif amcaya koyunları niçin kestiğimizi sordum. Bana “Oğlum marketteki etler domuz mu yoksa başka birşey mi, bilmiyoruz. Üstelik kendimiz kesince çok daha ucuza geliyor” dedi.
SÜRECEK