BİR gün Yılmaz ve İsmail’le annemin çalıştığı İmps ayakkabı fabrikasının yanındaki parkta oynamaya gittik. Parkta bir süre saklambaç gibi oyunlar oynadıktan sonra az ileride bulunan ve büyük bir bina ile çevrili olan bir sahaya gittik. Orada büyük büyük adamlar kırmızı bir topun peşinde koşup duruyorlardı. Yumurta gibi olan topu elleri ile yakalayıp birbirlerine atıyorlardı. Adamların oynadıkları bu oyunu cumartesi akşamları televizyon da gösteriyordu.
Adamların üzerinde farklı renklerde iki değişik üst vardı. Yılmaz “Şu siyah-beyazlı olan adamlar Collingwood takımıdır. Ben onları tutuyorum” dedi. Maçı bir müddet seyrettik. Az sayıda ama alabildiğince bağırıp çağıran başka seyirciler de vardı. Yine sayıları az da olsa aralarında kadın seyircileri de vardı.
Seyircilerin bağırmalarından oynayan takımların Fitzroy ve Collingwood olduğunu öğrendik. Biz zaten Fitzroy’da oturuyorduk. Demek ki bu takım bu mahallede oturanlardan oluşmaktaydı.
Bir müddet sonra maç bitti. Orada, elinde bir bira şişesi olan bir adam maçı Collingwood takımının kazandığını söyledi. Biz de o günden sonra Collingwood’lu olduk.
Havuzda yüzmek başkaymış
Yılmaz bizi oradan daha ötelere götürdü. Çok sayıda arabanın geçtiği büyük bir yoldan karşıya geçtik. Orada kırmızı tuğlalardan yapılmış bir duvarla çevrili olan bir binaya vardık. Binanın giriş bölümünde ‘Fitzroy Public Baths' levhası vardı. Yılmaz “Burası havuz” dedi. Bize havuzun ne olduğunu anlattı. “İnsanlar burada yüzüyor” dedi.
Havuza girmeye karar verdik. Ama giriş ücreti kişi başına beş sent idi. Kapıdaki adama üzerimizde bulunan bütün paraları çıkarıp verdik. Adam parayı saydı ve “Onbeş sent vereceksiniz. Burada on sent bile yok” dedi. Üzerimizde başka para yoktu. Adam İsmail’e bakarak “Bu çocuk kaç yaşında?” dedi. Ben “Beş yaşında” dedim. Bunun üzerine adam üçümüzü içeri alarak “Hadi girin, havuz zaten birazdan kapanacak” dedi.
Hayatımda ilk defa bir havuza giriyordum. Daha önce evimizde Mario’nun yaptığı dizboyu derinliğinde olan ufak havuzda çok kez oynamıştık. Bir de köyde kuzenlerim Gazi ve Yusuf’la köyümüzün alt tarafında kalan derede taşlarları çevirerek yaptığımız su birikintisinde ‘çimmiştim.' Yüzmekle ilgili bütün tecrübelerim bundan ibaretti.
Ama bu havuz bir başka idi. Hakiki havuz demek ki buydu. Orada iki tane havuz vardı. Biri koskocamandı. Suyu pırıl pırıl, masmavi ve adeta bir deniz gibiydi. Orada sadece büyük insanlar yüzüyordu. Bir de daha ufak ve çok derin olmayan ikinci bir havuz vardı. Biz hemen orada soyunduk. Sadece külotlarımız vardı.
Suyun derin olmayan bölümüne girip oynamaya başladık. İsmail ve ben yüzmesini hiç bilmiyorduk. Ama Yılmaz bizden büyük olduğu için o biraz yüzmesini biliyordu. Bir süre bizim bulunduğumuz yerde yüzdükten sonra Yılmaz büyük olan bölüme geçti. Her yerde ve herşeyde olduğu gibi Yılmaz hiçbir şeyden korkmuyordu. Büyük havuzda ‘4 foot’ levhası olan yerde yüzmeye başladı. Su boynuna kadar geliyordu ama bazen suyun dibine kadar iniyor tekrar çıkıyordu.
Duvarda bir yazı vardı. O dikkatimi çekti. Çok büyük harflerle 'Danger Deep Water' ve hemen altında da 'Aqua Profonda' yazıyordu. Önemli bir yazı diye düşündüm ama kelimelerin manasını bilmiyordum.
Havuzu çok sevmiştik. Sıcak günlerde fırsat buldukça o havuza o yaz tatillerinde çok defa gittik. Annem İsmail ve bana birer mayo dikti. Artık bizim de mayomuz vardı. Zamanla biz de Yılmaz gibi büyüklerin girdiği bölümde yüzmeye başladık. Hatta ‘5 foot’ levhası olan yerde bile yüzebiliyorduk.
Havuzda saatlerce kaldığımız günler oluyordu. Hiç durmadan yüzüyorduk. Bazen ara verip dinlenmek için betonlu olan bölümde yüzüstü uzanıyorduk. Bazı günlerde hava çok sıcaksa betonda karnımız pişip kızarıyordu. Kızaran ve pişen vücudumuzu serinletmek için suya bir daha dalıyorduk. Bütün günümüz böyle geçiyordu.
Havuz sonrası chips yemek
Bütün bir gün boyunca yüzmek insanı çok acıktırıyordu. Eve dönerken yoldaki ‘chipsçi’den çips ve ‘patatoe cake’ler alıyorduk. Bir paket çips beş sent idi. Patates keki ise iki sentti. Sirke döktürürsen ücretsizdi ancak domates sosu için adam iki sent daha alıyordu. Pişen çips ve patates keklerini adam gazete kağıdına sarıyordu. Sıcak çips paketiyle parka gidip orada yiyorduk. Paketi açtığımızda bazen gazete kağıdındaki yazılar çips ve patates keklerinin üzerine, hem de okunabilecek derecede geçiyordu.
Chipsçi patates kızartması ve kekleri dışında başka şeyler de yapıyordu. Ama biz onlardan hiçbirini almıyorduk. Zira içindekilerin ne olduğunu bilmiyorduk. Üstelik bunlaran ‘Chicko Roll’, ‘Dim Sim’, ‘Flake’, ‘Scallops” ve ‘Hamburger’ gibi şeyler pahalı idi. Ama paramız yeterse bazen ‘pickled onions’ alıyorduk. Oldukça ekşi sirkeli soğan turşusu çok lezzetli oluyordu.
Parkta beş sente aldığımız patates çipsiyle üçümüzün karnı doyuyordu.
Adımın konması
Babam okuma yazmayı askerlikte iken geliştirmiş. Köyümüzde o yıllarda olmadığı için okula gidememiş. Aynı köyden olduğu için aynı nedenle annem de hiç gitmemiş.
Ben, babam askerde iken doğmuşum. Köyde okuma yazması olan az sayıdaki insandan biri de Bekir dedemmiş. Doğumumdan sonra dedem babama bir mektup yazmış. “Ahmet, bir oğlun oldu. Adını Kazım koyduk” demiş. Doğduğumu babam böyle öğrenmiş. Askerlikten izne gelinceye kadar da beni ya da fotoğrafımı hiç görmemiş.
Doğduğumda bana verilecek isim için bir hazırlık yokmuş. “Çocuğun adı ne olacak?” diye kadınlar birbirlerine sormuş. Köye doğum için gelen ebe “Benim bir oğlum var. Adı Kazım. Onu çok seviyorum. Bu çocuğu da çok sevdim. Onun da adı Kazım olsun” demiş. Ebenin bu teklifini oradakiler kabul etmiş. Adım böylece Kazım olmuş.
SÜRECEK