KAPI çalınınca İsmail’e seslendim. “Hadi tez ol. Yılmaz geldi” dedim. Yılmaz bugün bizi, Scotchmer Street üzerinde, Yılmazlar'ın evi ile bizim evin arasında oturan Uncle Joe’ya götürecekti. Uncle Joe Yılmaz’a bir balık oltası yapacaktı. Bugün onu Yılmaz’a verecekti.
Uncle Joe çok yaşlı bir adamdı. Eşi de yaşlıydı. Uncle Joe eşine hep ‘mother’ diye hitap ediyordu. Bir insan kendi karısına neden ‘mother’ diye hitap etsin ki? Buna hiçbir anlam veremedim.
Uncle Joe ve mother bize çok iyi davranıyordu. Her ikisi de güler yüzlü insanlardı. Evlerinde ikisinden başka kalan kimse yoktu. Gelen ve gidenleri de pek olmuyordu. Mother “Çocuklarımız evlendiler. Sizden büyük yaşta olan dört tane torunumuz var. Ama onlarla pek görüşemiyoruz” dedi.
Uncle Joe’un evi bizimkilerden birazca büyük ama çok eski idi. Bize “Mother ile bu evde ellibeş senedir oturuyoruz” dedi. Yılmaz bir hesap yaptı. “Demek ki siz bu eve 1916 yılında taşındınız” dedi. Uncle Joe “Evet, büyük savaş yıllarındaydı” diye cevap verdi.
Ben yılları pek bilmiyordum. Ama annem ve babamdan 1971 yılına daha yeni girdiğimizi duymuştum. 1916 yılı demek ki çok eski bir zamandı. Demek ki Uncle Joe’nun bahsettiği John Wayne filmlerindeki savaşa benziyordu. Uncle Joe savaş hakkında başka birşey anlatmadı.
Mother kendi eliyle yaptığı "scones"ı getirdi. Elindeki tepsiyi önümüze koyarak “Bu reçel ve kremayı da kendim yaptım” dedi. Scones’lar mis gibi kokuyordu. Fırından yeni çıktığı belliydi. Onlardan yerken bize birer bardak da süt getirdi. “Siz büyüyorsunuz. Süt sizi güçlü yapar” dedi.
Daha sonra Uncle Joe’un evinin bahçesinde bulunan çalışma odasına gittik. Orada testere, çekiç, çivi ve adını bilmediğim çok şeyler vardı. Onlardan hiçbiri bizde yoktu.
Uncle Joe duvarda asılı olan oltayı aldı, Yılmaz'a uzattı. Yılmaz sevincinden havalara uçtu. Uncle Joe “Ucundaki kancaya dikkat edin. Bir yerinize batmasın” dedi.
Ben hayatımda ilk defa bir balık oltası görüyordum. Olta ağaçtandı. Oklavadan ince ama bir sopa gibiydi. Ortasında bağlı olan uzunca bir ip vardı. İpin ucunda da kanca dediği iğneye benzeyen demirden yapılma bir şey vardı. Balık işte bu kancaya takılarak yakalanıyormuş.
Merri Creek’te balık tutmak
Uncle Joe'lardan ayrıldıktan sonra balık tutmak için derhal yola çıktık. Yılmaz her yeri biliyordu. Bizi balık tutacağımız yere doğru götürüyordu. Büyük park ve havuzun olduğu tarafa doğru değil, bu kez bizi başka bir yöne doğru götürdü. Scotchmer Street’in sonuna vardığımızda sol tarafa döndük. Oradan epeyce gittikten sonra bu kez sola doğru döndük. Buralar İsmail’le ikimizin daha önce hiç gitmediğimiz yerlerdi.
Uzunca bir yürüyüşten sonra bir yere vardık. Evlerin olduğu sokaklardan artık uzaklaşmıştık. Yılmaz “Burası Merri Creek. Okulla buralara çok geldik” dedi.
Merri Creek bizim köyün yakınında akan derede kadar büyüktü. Ancak bizim dereden daha yeşildi. Bazı yerlerinde su akıyor gibiydi, bazı yerlerinde ise su göllenmişti. Çok çok derin değildi. Suyun dibi görünüyordu. Ama ortalıkta pek balık görünmüyordu.
İşte burada büyük bir heyecanla balık tutmaya çalıştık. Oltanın ucuna yaprak, ot, çiçek, çamur gibi değişik şeyler taktık suya attık. Olta Yılmaz’ın olduğu için önce o tutmaya başladı. Uzunca zaman bekledik. Oltayı sırayla tuttuk. Tutmaktan yorulunca birbirimize veriyorduk. Orada neredeyse akşama kadar kaldık. Açlıktan neredeyse ölecektik. Direnerek bekledik fakat buna rağmen tek bir balık tutamadık. Tutamadığımız gibi yemimizi bile ısıran balık olmadı.
Açlıktan yemek hayali
Ankara’da iken bu kadar açıktığımız zamanlar çok oldu. Ama Avustralya’da ilk defa böylesine acıktığımı hatırlıyorum. Üzerimizde paramız da yoktu ki bir yerden sıcak çips alalım. Zaten para da olsa ortalıkta çipsçi yoktu.
Yılmaz’ı eve dönmek için ikna etmeye çalıştım. Ona “Eve dönelim. Çok geç oldu. Annem kızar. Senin annen de kızar” dedim.
Oradan ayrılırken Yılmaz “Bir daha geldiğimizde beraberimizde yemek getiririz. Oltaya takmak için de et getirelim” dedi.
Ve evin yolunu tuttuk. Hiç bitmeyecek gibi gelen uzunca bir yürüyüşten sonra eve yaklaşmaya başladık. İçimden hayaller kuruyordum. Evde annem acaba ne pişirmişti? Annem şimdi mantı pişirmiş olsa... Bir de sarmısaklı yoğurt olsa... Yok, yok... Mercimekli yoğurtlu hamuraşı olsa daha iyi olur...
Yılmaz’a hayal ettiklerimi anlattım. Önce ağzı sulandı. Sonra da “Çok geç kaldık. Mantı değil oğlum iyi bir sopa yiyeceğiz” dedi.
South Brunswick’te ikinci yıl
Tatil günleri bitince tekrar South Brunswick Primary School’a başladık. Ben ikinci, İsmail ise birinci sınıfa başladık. Yılmaz ise Alfred Crescent Primary School’a devam ediyordu. O da dördüncü sınıftaydı. Benim birinci sınıfta olduğu gibi ikinci sınıf öğretmenim de Mrs Preston idi. Buna çok sevinmiştim zira o beni çok iyi tanıyordu.
Okulumuza yeni bir Türk öğrencisi geldi. Ama o başka bir sınıfta idi. Bizden biraz büyüktü. Ama hiç İngilizcesi yoktu. Ne kadar iyi derecede İngilizce konuştuğumu o zaman anladım. Zira o çocuk hiçbir şey bilmezken, biz neredeyse herşeyi konuşabiliyorduk. Hatta evde Cemile bile bize bakarak İngilizce öğreniyordu.
Okulda onun dışında başka bir Türk çocuğu daha vardı ama onu pek görmüyorduk. Bizimle birlikte okulda herhalde toplam dört ya da beş Türk öğrenci vardı.
İkinci sınıf öğrencisi olduğum için oynadığımız alan farklı bir yerde idi. Bu nedenle artık teneffüste İsmail’le pek görüşemiyorduk. Ama bazen merak ediyordum, acaba İsmail biriyle kavga etti mi diye. Ya da ağlayarak gelse sinir olurum diye.
SÜRECEK