RECEP Kuyruk amca bizde bir süre oturduktan sonra ayrılıp kendi evine taşındı. Ama Mehmet emmim bizde kalmaya devam etti.
O günlerde evimizin arka bahçesindeki küçük evde oturan İtalyan ailesi taşınarak ayrıldı. O ev kısa bir süreliğine boş kaldı.
Angie artık yoktu. Onun yokluğu beraberinde bir sessizlik getirdi. Babasının yüksek sesle iki de bir “Angieee!” diye bağırması son bulmuştu. Annesi ‘Sinyora’ da artık bize çay içmek için uğramıyordu. Evimizde alışık olmadığımız bir sessizlik hakim oldu.
Bir gün okuldayken arka bahçemizdeki eve yeni bir aile taşınmış. Aile Türk’tü. Carlton’daki Canning Street’ten beri ilk defa bir Türk ailesi ile aynı adreste oturacaktık.
Ailenin dört tane çocuğu vardı. Ama hepsi kızdı. En büyükleri Melahat benimle yaşıttı. Semra, Emiş ve Selma adında kardeşleri vardı. Babalarının adı ise İdris Çolakoğlu idi.
O çocuklar başka bir okula gidiyorlardı. Ama okul sonrasında avluda birlikte oynuyorduk. Türkiye’den yeni geldikleri için onlarla Türkçe konuşuyorduk.
Evimizin arkasındaki avluda demir ve telden yapılmış bir çamaşır askısı vardı. O çamaşır askısı bizim en büyük oyuncağımızdı. Sırayla tellerine tutunarak onda sallanıyorduk.
Yerdekilerin görevi telde sallananları çevirmekti. Tellere tutunanlar yoruluncaya ya da düşünceye kadar sallanıyordu.
Bazen çok hızlı çevrildiğinde yerdeki betona düştüğümüz oluyordu. Ama hemen kalkıp tekrar tele tırmanıyorduk.
Çamaşır askısında ancak büyükler işte oldukları vakit oynuyorduk. Zira telleri gevşetiyorsunuz diye anneler bize kızıyorlardı.
İşte o çamaşır askısında aralıklarla aylarca oynadık. O tellerde sallanarak çok eğlendik.
Yeni komşular
Yılmaz bir gün heyecanlı bir şekilde evimize geldi. Sokağımıza yeni bir Türk ailesinin taşındığını söyledi.
“İki oğlan, bir de küçük kız çocukları var. Onlar da Yozgatlı” dedi.
Yılmaz daha önce ailesiyle giderek o aileyle tanışmış. Ailenin iki oğlu bir de ufak kızları varmış. İki oğlan, bir kız... Demek ki aynen bizim gibilermiş. Üstelik çok uzakta değil, Pidiemonte’s Marketi'ne varmadan önceki iki katlı olan evlerden birinde oturuyorlarmış.
Bu haber bizi çok heyecanlandırdı. Zira iki yıldır oturduğumuz mahallede Melahatlar, biz ve Yılmazlar'dan başka bir Türk ailesi yoktu. İşte uzun bir zaman aradan sonra ilk defa yeni arkadaşlarımız olacaktı.
O gün Yılmaz’la yeni komşuların evlerine gittik. Orada çocukların babası olan Mehmet Yöndemli adındaki amca ile tanıştık. Annelerinin adı da anneminki gibi Hatice’ymiş.
Avustralya’da benim zaten iki tane Mehmet adında amcam vardı. Üstelik ikisinin de soyadı ‘Ateş’ idi. Karıştırmamak için birine ‘amca’ diğerine de ‘emmi’ diyorduk. Mehmet Yöndemli bizim üçüncü ‘Mehmet amca’mız olacaktı.
Yılmaz bizi yeni çocuklarla tanıştırdı. En büyük olanı benden biraz ufaktı. Adı Erhan’dı. Erkek kardeşinin adı ise Erol’du. Erol, İsmail’den biraz ufaktı ama daha çok Cemile’nin yaşında idi. Kız kardeşlerinin adı ise Nurhan’dı. O da Cemile’den biraz küçük ama Yılmaz’ın kardeşi Hacer’le yaşıttı.
Avustralya’ya geleli neredeyse iki yıl olmuştu. Ama ilk defa yaşıtlarımız olan çocuklarla yakın mesafede oturacaktık. İlk defa yaşıtımız olan çocuklarla komşuluk edecektik.
Yeni kardeşlerim
İki haftalık okul tatillerinin birinde Erhan ve kardeşlerine göz kulak olmam istendi. Mehmet amca çocuklarından daha büyük olduğum için arada onları yoklamamı istedi.
Bu nedenle hergün öğle vaktinde Erhanlar’ın evine gittim. Kapıyı üstüste çaldığım halde açan olmadı. Ama içeriden sesler geliyordu. Erol yüksek sesle ama durmadan ağlıyordu. Niçin ağladığını anlamayadım. Bir yandan kapıyı çalmaya devam ediyor bir yanda da “Erhaaan, Eroool!” diye bağırıyordum.
Nihayet kapı açıldı. Evin içinde bir perişanlık vardı. Erol ağlıyordu, Erhan da ona “Sus” diye bağırıyordu. Nurhan ise ortalıkta yoktu. Erol üst kata çıkan merdivenlerin başında idi.
Erhan’a “Bu niye ağlıyor?” dedim. Erhan da “Üzerine işedi. Altı ıslak olduğu için ağlıyor” dedi.
Orada aradım bir çift pantolon buldum. Erol’un altını çıkartıp kuru pantolonu giydirdim. Bunun üzerine Erol sakinleşti. Ağlamayı kesti.
Sonraki günlerde Mehmet amca bana yeni bir görev verdi. “Bundan sonra Erhan, Erol ve Nurhan senin kardeşlerin” dedi. İsmail ve Cemile’ye yaptığın gibi onlara da abilik yapacaksın” dedi.
Fire crackers
Mahalledeki dükkanlar ‘fire crackers’ diye birşey satmaya başladı. ‘Crackers’ televizyon filmlerindeki kötü adamların banka duvarını imha etmek için patlattıkları şeyin ufağı idi.
Bir ucunda fitili vardı. O kibritle yakıldıktan sonra öteye atılıyordu. Crackers’lar çeşit çeşit idi. Bazıları ufak, bazıları biraz daha büyük ve bazıları da çok büyük idi.
Bazıları beş sent, bazıları da on sentti. Hatta 20 sente olanları da vardı. Biz ise daha çok beş sent olanlardan alıyorduk.
Yılmaz'la bakkaldan biz de crackers aldık. Sonra onları patlatmaya başladık. Yakıp birbirlerimize atıyorduk. En ufak olanları kim elinde patlatacak diye yarış yapıyorduk. Yılmaz orta büyüklüktekileri bile elinde patlatabiliyordu.
Crackers’ları bazen boş bir şişenin içinde patlatıyor bazen de kola tenekesinin altına koyup roket gibi fırlamasını sağlıyorduk. Ve bazen de karınca yuvalarının deliğinde patlatıyorduk.
Bu sahneyi Bugs Bunny’nin bir çizgi filminde görmüştük. Avcı adam karıncalara, karıncalar da ona karşı savaş açmıştı. Adam gitti karınca deliğine bir cracker koyup patlattı. Karıncalar yaralı yaralı ve sendeleyerek delikten çıkıp herbiri bir kenara yıkıldı.
Biz de öyle yapmak istedik. Ama ben karıncalara acımaya başladım. Bu işi yapmaktan vazgectik.
Crackers’ların patlaması kadar kokusu da hoştu. Barut kokusu olduğu için benim hoşuma gidiyordu.
Aradan bir kaç hafta geçince ‘crackers’lar dükkanda bulunmaz oldu. Dükkan sahibine “Neden artık crackers yok?” dedik. Adam bize Guy Fawkes’ı anlattı.
“Crackers Kasım ayında Guy Fawkes haftasında satılıyor” dedi.
Guy Fawkes kimdi, ne yapardı, bunu bilmiyorduk. Guy Fawkes denilen adamla crackers’ların ne alakası vardı?
SÜRECEK