YAKLAŞIK bir buçuk yıldır içinde oturduğumuz evin sahibi evi bize satmak istediğini söyledi. Adam “Sekiz bin dolar değerinde olan evi size yedi bin beşyüze veririm” dedi.
Yedi bin beşyüz dolar çok büyük bir para olmalıydı. İlk defa böylesi büyük bir rakam duyuyordum. Okulda bile bin rakamını çok fazla duymamıştım.
Fakat babam evi almak istemedi. Anneme “Buraya kök salmaya gelmedik” dedi. Onun yerine babam para biriktirip Türkiye’de ev almak istiyordu.
Avustralya’ya gelen hiçbir kimsenin kendi evi yoktu. Herkes kirada oturuyordu. Biz haftada onsekiz dolar kira ödüyorduk. Bu da neredeyse annemin kazandığı miktar kadardı.
İkinci sınıfın sonuna yakın bir zaman dilimindeydik. Annem hükümetten bir adamın evimize ziyarete geleceğini söyledi. Zira babam hükümet apartmanlarına taşınmak için müracaatta bulunmuştu. Eğer bizi kabul ederlerse biz de yüksek katlı ‘flatlar’ denilen apartmanlara taşınacaktık.
Ankara’nın iyi semtlerinde ‘apartuman’lar vardı. ‘Apartuman’lar çok katlı ama güzel olan binalardı. Orada oturan insanlar zengindi.
Avustralya’ya gelmeden kısa bir zaman önce babamla çetene sattığımız mahallelerin ‘apartuman’ları da güzeldi. Ama buradaki 'flatlar' ise işte o 'apartuman'lardan daha da yüksek daha da güzeldi.
Bunu biliyordum çünkü flatları daha önce Richmond’da görmüştüm. Bazı Türk aileleri orada oturuyordu. Bir defasında bayramda bir defasında da bizim gibi Çorumlu olan Eşref Çolak amcaları ziyaret etmek için gitmiştik. Flatlar iyi bir yerdi çünkü oralarda çok sayıda Türk oturuyordu.
Hükümet adamının evimize geleceği günden önce annem evde büyük bir hazırlık yaptı. Evi dağıtıp kirletmememiz için bizi tekrar tekrar tembihledi. Görevli kişi evimizin ne kadar temiz ve düzenli olduğunu görmek için gelecekmiş. Ona göre flatlara taşınıp taşınmayacağımıza karar verecekmiş.
Tercümanlık yaptım
Hükümet görevlisinin geleceği gün annem “Evde kal. Bize tercümanlık yaparsın” diyerek beni okula göndermedi. O güne kadar hasta olduğum ve bayram günleri dışında evde hiç kalmamıştım. Okulun olduğu bir günde evde kalmak tuhaf bir duyguydu.
Görevli kişiyi annem ve babamla birlikte bekledik. Annem bana güzel elbiselerimi giydirdi. Çok heyecanlı idim. Gelecek olan kişi bir ‘devlet memuru’ imiş. İlk defa çok önemli olan bir kişi ile konuşacaktım. Onun söyleyeceklerini annem ve babama anlatacaktım.
Ankara’da bir gün babam bizi bir taksiye bindirerek ilk defa gördüğümüz güzel binalarla dolu olan bir yere götürdü. O gün güzel elbiselerimizi giymiştik.
Avustralya’ya gitmek için Avustralya’dan gelen adamlarla görüşecektik. Orada bizi bir odaya alıp oturttular. Bir adam bize birşeyler söylüyordu ama adamın ne dediğini hiç anlamıyorduk.
Demek ki Avustralya’dan gelen adam bu adamdı. Zira hiç Türkçe bilmiyordu. O adamın söylediklerini orada bulunan bir kadın bize anlattı. O kadına tercüman diyorlardı.
İşte o kadın gibi ben de yine bir Avustralyalı olan birinin söylediklerini annem ve babama anlatacaktım.
Öğle vaktinde kapı nihayet çaldı. Babam kapıyı açtı. Devlet memuru denilen kişi erkek değil bir kadındı. Annem kadını içeri aldı. Kadın ayakkabılarını bile çıkarmadı.
Kadına oturması için salonda yer gösterdik. Kadın eski İtalyan komşumuzdan satın aldığımız koltuğa oturdu. Elinde bir dosya vardı. Bize sorular sordu, söylediklerimizi ona yazdı.
Kadın bize karşı çok iyi davrandı. Bazı şeyleri babam bazı şeyleri de ben anlattım. Arada annem de birşeyler söylemeye çalıştı. Benim üzerimdeki heyecan azalmaya başladı.
Bir ara annem çay getirdi. Çay kadının hoşuna gitti. Kadın “İlk defa Türk çayı içiyorum” dedi. Bunu duyunca hoşumuza gitti.
Annem, Mehmet emmimin Türkiye’den getirdiği lokumdan ikram etti. Lokumun İngilizcesini bilemedik. Babam “Lokum, lokum” dedi durdu. Bunun üzerine hep gülüştük.
Biz kadının heryere, mutfak, banyo ve yatak odalarına kadar bakacağını sanmıştık. Ama o hiçbir yere bakmadı. Belki de bütün odaların temiz ve düzenli olduğunu tahmin etti. Ya da... Yoksa boşuna mı hazırlanmıştık? Yoksa bizi kabul etmeyecek miydi?
Kadın kalktı ve bize teşekkür etti. Çıkmadan önce “Size yakında bir mektup gelecek” dedi.
Bir iki hafta sonra kadının söylediği gibi bize bir mektup geldi. Fitzroy’da bulunan 140 numaralı apartmanın 111’nci dairesi bize verilmişti. Daire üç odalı idi. Haftalık kirası da oniki dolar olacaktı.
Flatımızın çıkmasına çok sevindik. Zira artık biz de flatlarda oturacaktık. Hem de yakında, bir hafta içerisinde taşınacaktık.
O hafta aynı mektup Yılmaz ve Erhanlar’a da gelmişti. Onlar da Fitzroy flatlarına taşınacaklardı. Üstelik onlar da bizim gibi 140 numaralı apartmana taşınacaklardı.
Tekrar hayvanat bahçesine gittik
O hafta okullar tatil oldu. Ben ikinci sınıfı bitirirken İsmail de birinci sınıfı bitirdi. Cemile ise flatlara taşındığımızda okula başlayacaktı.
Haftasonunda babam bizi hayvanat bahçesine götüreceğini söyledi. O gün bayramda giydiğimiz yeni elbiselerimizi giyindik. Sonra bir taksiye binerek hayvanat bahçesine gittik.
Orada General Motor Holden’in yılsonu aile pikniği vardı. Hayvanat bahçesi çok kalabalıktı. Ama en çok çocuklar vardı. Herkes güzel elbiselerini giymişti. Herkeste bir heyecan ve mutluluk vardı. Herkesin elinde değişik değişik ama yepyeni oyuncaklar vardı.
Holden fabrikası çalışanlarına her çocuk başına bir hediye fişi vermişti. O fişle çocuklar gidip yerinden hediyelerini alıyorlardı. Her yaşa göre değişik bir oyuncak hediye olarak veriliyordu.
Kızlarınkisi de kızlara göre idi. Biz de gittik fişlerimizi vererek hediye paketlerimizi teslim aldık. Bana bir araba, İsmail’e bir goril ve Cemile’ye de bir oyuncak bebek çıktı.
Hediyelerin yanısıra bir de binmek için oyuncaklar vardı. Orada sallanan oyuncaklar, dönen araba ve atlar vardı. Onlara da bindik. O gün Avustralya’da bayram gibi bir gün yaşadık.
SÜRECEK