İBRAHİM’in babası İsmail Göçol amca hafif şişmanca ve uzun boyluydu. Babamdan yaşça büyüktü. Babam ve flatta oturanlar ona "İsmail Ağa" diye hitap ediyordu. Herkes ona çok saygı gösteriyordu.
Ciddi bir adamdı ama yumuşak ve kısık bir sesle konuşuyordu. Ama bazen vurgu yapmak istediğinde sesini yükseltirdi. İsmail amca dindar bir insandı. Ne zaman evine gidilse ya da ne zaman o bir yere gitse orada hep dini sohbetler yapılırdı.
İsmail amca Türk-İslam Cemiyeti adındaki bir kuruluşta görevliydi. Yeni kurulmuş olan Türk İslam Cemiyeti Brunswick’te bir evde faaliyet gösteriyordu. Cemiyetin başkanı İsmet Tok adında bir adammış.
İsmail amcanın anlattığına göre, orada namaz kılıyorlar ve çocuklara Kur’an okumayı öğretiyorlardı.
Bir gün bize Melbourne Şehri’nde Türkler’e ait bir caminin yapılacağından bahsetti. Cemiyet olarak bu konuda yaptıkları çalışmaları anlattı.
İsmail amca pazar günleri Mehmet, İbrahim ve Mustafa’yı alıp cemiyete götürüyordu. Bir gün babama “Çocukların gelsin, hem din hem de Türkçe öğrensinler” dedi.
Ben bazı dua ve süreleri biliyordum. Annem North Fitzroy’dayken bize Sübhaneke, Elham ve Ettihiyatü gibi duaları öğretmişti. Annem biliyordu ama biz Kur’an okumasını bilmiyorduk.
Kur’an kursuna Hasan Kartal amca da çocuklarını göndermeye başladı. Reyhan abla, Davut, Seher, Arif ve diğerlerine biz de katılacaktık. Biz de din dersi alacaktık.
Pazar olunca Kur’an kursuna gitmek için İbrahimler’e indik. İbrahim’in annesi İsmet teyze kahvaltı hazırlamıştı. Mehmet hazırdı fakat İbrahim ve Mustafa hâlâ yarı uykulu idi.
Bizde babam içerdi ama biz pek çay içmezdik. Çay içmeye pek alışamamıştık. Fakat İsmet teyze bize “Hadi, hadi, çayınızı için” diye ömüzdeki bardakları doldurdu. Bize zorla tekrar kahvaltı yaptırdı.
Büyük büyük bardaklara çay koyuyor, sanki son yemeğimizmiş gibi “Hadi yiyin, yiyin!” diye tekrar tekrar ikaz ediyordu.
Aşağı inince İsmail amca bir taksi tuttu. Önde şoförle kendisi, arasındaki yere çok konuştuğu için İbrahim’i oturttu. Küçük Mustafa’yı da kucağına aldı. Geri kalan beş, altı kadar çocuk arka tarafa oturduk.
Türk-İslam Cemiyeti
Türk İslam Cemiyeti Brunswick’te bir evde idi. Evin bir odası ofisti. İsmail amca bizi bıraktı ve ofise girdi. Orada başka amcalar da vardı.
Evin büyük bir odası da Kur’an kursu idi. Odada belki seksen kadar çocuk vardı. Çocukların başında bir hoca bulunuyordu. Hocanın adı Mustafa Yıldız’dı.
Mustafa Yıldız Hoca babamın yaşlarındaydı. Fakat çok ciddi bir insana benziyordu. Zira çocuklar normal okuldaki hallerinden daha da huysuzluk yapıyorlardı. Fakat buna rağmen Mustafa Hoca bize süreleri öğretmeye, dini bilgiler vermeye çalışıyordu.
Kur’an kursu çok değişik ve normal okuldan farklıydı. Hayatımda bu kadar Türk çocuk ile Türkiye’de bile bir arada bulunmamıştım.
Kursdaki birçok çocuk sadece Türkçe konuşuyordu. Onlardan bazıları İngilizce bilmiyordu. Zira aralarında Avustralya’ya yeni gelmiş olanlar vardı.
Öğle vakti olunca yemek için ara verildi. Teneffüste biri çıktı “Öğle namazı kılınacak, herkes abdest alsın” dedi.
Ben abdest almasını bilmiyordum. Ama bizim İbo’nun bildiğini zannediyordum. İbo’yla abdest alma konusunu konuştum:
- İbrahim, sen abdest almasını biliyor musun?
- Biliyorum tabi. Çok kolay.
- Bana göster, ben tam bilmiyorum.
- Tamam, gel benim yaptığım gibi yap.
İbrahim’le abdest almak için sıraya girdik. Sırada çok sayıda çocuk vardı. Ama çeşme sayısı fazla değildi. Sonra sıra bize geldi.
İbrahim bir dakika içinde şapır şupur abdest aldı. Ne yaptığını ne görebildim, ne de anlayabildim.
İbrahim’e “Emin misin bunun abdest olduğuna?” dedim. İçimden de “Acaba Allah bu abdestimizi kabul eder mi?” diye çok düşündüm.
Büyük olan çocuklardan biri ezan okudu. Ezanı daha önce Akdere’deki camide okunurken çok duymuştum. Ramazan’da yemeğe başlamak için hep ezanı beklerdik. Fakat ezanı ilk defa yakından dinliyordum.
Ezanı okuyan çocuk güzel okudu. Okuma şekli çok hoşuma gitti. Ezanı bitirinciye kadar berisinde durup dinledim. Bizim İbrahim’e sordum, “Ezanı okuyan kimdi?” dedim. İbrahim “Bilmiyor musun? Onun adı Osman Kuru” dedi.
Daha sonra din dersi yaptığımız odaya namaz kılmak için girdik. Namaz kılmak için ofisteki amcalar da gelmişti. Onlar en önde oturuyor, namazın başlamasını sessizce bekliyorlardı.
Namazı kılmak için ben İbrahim’in yanında durdum. O nasıl yapıyorsa ben de öyle yapacaktım.
Mustafa Hoca en önde idi. Bize döndü ve “Çocuklar, önce dört rekat sünnet kılacaksınız” dedi.
Sünnet kelimesini biliyordum. Bütün erkek çocuklar sünnet oluyordu. Ama "sünnet kılacaksınız" sözünden birşey anlamadım.
Herkes ayağa kalktı ve namaza durdu. İbrahim ellerini kulaklarına kaldırdı. Sonra ellerini bağladı. Ardından makineli tüfek gibi peşpeşe indi kalktı. Dört rekat namazı iki dakikada bitirdi.
Baktım herkes namaza devam ediyordu. Bunu görünce canım sıkıldı. İbrahim’e, “Lan İbrahim, bu nasıl bir namaz? Hemen bitirdin” dedim.
İbrahim “Ben hızlı kılmasını biliyorum. Onlar bilmiyor” dedi.
Sünnet bitince farza kalktık. Adı Sabit Büyükyazıcı olan bir abi kâmet getirdi. Sonra hocaya uyduk ve dört rekat farzı kıldık.
Ama hoca İbo gibi şipşap kılmadı. Uzun uzun bizi ayakta sessiz sessiz bekletti. İçimden “İbo haklıymış, namaz hızlı kılınmalıymış” diye düşündüm.
Kur’an kursu bitince tekrar bir taksiye bindik. Oradan Fitzroy flatlarına döndük. Eve varınca Mehmet “Futbolu alıp aşağa iniyorum. Oynamak isteyen gelsin” dedi.
Daha sonra hep birlikte aşağada buluştuk. Akşama kararıncaya kadar flatlardaki sahada futbol oynadık. Kur’an kursundan sonra futbol oynamak güzel oldu.
O yıl Kur’an kursuna hep böyle gittik, böylece döndük.
SÜRECEK