FLATLARA yeni taşınan yenge ve teyzelere iş aramakta yardımcı olmaya devam ettim. Pek sevdiğim bir iş değildi ama iş bulunca da seviniyordum. Annem “Teyzelerin duasını alıyorsun, oğlum” diyordu. Ama her zamanki gibi öğleye kadar iş arıyor, sonra da okula koşup dönüyordum. Okulda öğretmenim Mister Young’a gecikme sebebini anlatırken, “Flatlarda yaşayan bir yengeye iş aradım” diyordum. O da birşey demiyordu.
Erkeklere iş aramada yardımcı olmadım. Zira onları diğer erkekler işe götürüyordu. Üstelik erkeklerin işleri çok uzakta oluyordu. General Motor, Toyota ve Ford gibi fabrikalarda çalışıyorlardı. Birçoğu "afternoon shift" veya "night shift" işçisi olarak çalışırken, kadınlar ise gündüzleri, mahalledeki çorap, gömlek ve dikiş gibi işlerde çalışıyordu.
Bir gün babam ve Mehmet amcam odun kesme işinden bahsettiler. "Sale" adında bir yerde ormanda çam ağacı kesiliyormuş. Babam “Uzak bir yer ama parası çok iyi” dedi. Sale’de iş aramak için Mürsel Altınkaya amca ile gidilecekti. Zira onun hem şoförlüğü hem de arabası vardı. Babam benim de gelmemi ve tercümanlık yapmamı istedi.
Pazar günü Mürsel amca bizi almak için Fitzroy’a geldi. Kendisi Port Melbourne adında bir semtte oturuyordu. Mürsel amca çok cana yakındı. Çok da gülümseyen biriydi. Bütün çocukları sevdiği gibi beni de çok seviyordu.
Babam, Mehmet amcam ve Mürsel amcayla birlikte yola çıktık. Önce Avustralya’ya ilk geldiğimizde oturduğumuz Richmond’dan geçtik. Daha sonra çok uzun bir yolculuk yaptık. Saatlerce gittik. Sale gerçekten çok uzak bir yerdeymiş. Avustralya’ya gelmemden beri en uzun yolculuğum bu olacaktı.
Ben arka koltukta Mehmet amcamla oturuyordum. Ama adamların hepsi sigara içiyordu. Arabanın içi duman oldu. Bir müddet sonra karnım ağrımaya başladı. Midem bulanıyordu. Çok bunalmıştım. Sanki ölecekmişim gibi hissetmeye başladım. Kusacak gibi oluyordum ama kusamıyordum. Utanırım diye rahatsızlığımı kimseye söylemedim. Ama Mehmet amcam rahatsız olduğumu anladı. Bana “İstersen arabayı kenara çekelim yeğenim” dedi.
Bir kasabaya vardık. Benzin almak için orada durduk. Mehmet amcam çıkarıp bana para verdi. O zaten bana daima ve hem de çok para verirdi.
Arabaya benzin doldurulurken ben de dükkana gittim. Orada beni iyileştirebilecek birşey aradım. Ön tezgahta şekerler vardı. Birinin üzerinde "Life Savers" yazıyordu. Bu şekeri daha önce de görmüştüm. Paketin içinde beş değişik tattan on halka şeker vardı. Tatları ekşi ama güzeldi.
"Life Savers", "cankurtaran" manasına geliyordu. Herhalde canımı bu şeker kurtarabilir diye düşündüm. O şekerlerden bir paket aldım. Adama 5 sent verdim. Bir de "Wagon Wheels" adında başka bir şeker vardı. O çikolatalı bisküvi idi. Beş sent verdim bir de ondan aldım.
Arabada Life Savers şekerinden bir halka aldım. Kısa bir zaman sonra midemin bulantısı geçti. Geçince kendimi biraz iyi hissetmeye başladım. Daha sonra Wagon Wheels’ı yedim. Bu kez tamamen iyileştim. Ölmekten kurtuldum.
Life Savers şekerinden bir halka da Mehmet amcama verdim. O da mide bulantısından ölecek miydi bilmiyordum. Ama şekeri çok beğendiğini hissettim. Zira ondan birkaç kere daha istedi.
Yola devam ederken adamlar sohbet etmeye devam ettiler. Sale’e kadar hiç durmadan konuştular. Bazen işyerini bazen de memleketi konuştular. En çok babamla Mürsel amca konuşuyordu. Mehmet amcam pek az konuştu. Bense hiç konuşmuyordum. Hep onları dinliyordum. Ama Mürsel amca arada bana laf atıyordu. Beni konuşturmaya çalışıyordu. Ama ben dinlemeyi tercih ediyordum.
Yolumuz o kadar uzaktı ki ben Adelaide’a gittiğimizi sandım. Daha önce hiç gitmemiştim ama Adelaide’in çok uzakta bir yer olduğunu biliyordum. Gide gide herhalde oraya vardık diye düşündüm.
Nihayet bir kasabaya vardık ki girişinde "Sale" yazıyordu. Sale dedikleri yer demek ki burasıymış. Çok da uzak bir yermiş. Çam ormanlarına buradan gidiliyormuş.
Sale’de yine bir benzinlikte durduk. Oradan bir Life Savers şekeri daha aldım. Artık kendimi çok iyi hissediyordum.
Benzinlikteki adama ormanların ne tarafta olduğunu sordum. Adam birşeyler söyledi, bir yerler tarif etti. Mürsel amca adama “Okey” dedi. Ben okey kelimesinin Türkçe olduğunu sanıyordum. Ama adam Mürsel amcanın, Mürsel amca da adamın ne demek istediğini anladı.
Adamın tarif ettiği yönden yolumuza devam ettik. Az sonra gerçekten çam ormanlarını gördük. Babamlar ormanı görünce sevinçten heyecanlandılar. Sanki hemen işe başlayacaklarmış gibi çığlık attılar.
Ormanlara yaklaşınca iç taraflarına doğru ilerledik. Az sonra asfaltlı yol bitince toprak yola girdik. Oralarda çok dolaştık ve “İş var mı?” diye sormak için adam aradık. Sonra bir yere vardık. Orada hem çalışanları hem de büyük büyük kamyonlar gördük. Adamlar çam ağaçlarını kesiyorlardı. Ama ellerindeki şey çok ses yapıyordu. Fakat o şeyle adamlar koca ağaçları tek başına deviriyordu.
Adamların ellerindeki aletin adı motorlu hızarmış. Benzinle çalışıyormuş. Sanki bir motosiklet gibi ses çıkarıyordu. Ağaç kesen adamlar çok iriydi. Hepsi Avustralyalıydı. Kolları çok kalındı. Ama ağaçlar çok büyüktü. O ağaçları fabrikalara götürüyorlarmış. Fabrikada ağaçlardan kağıt yapıyorlarmış.
Arabayı park ettik ve bir süre adamları beriden seyrettik. Sonra adamlardan birine yaklaştık. Ben adama babamların iş aradıklarını söyledim. Adam bize ofise gitmemiz gerektiğini söyledi. Adam bize ofisin nerede olduğunu tarif etti. Ama ben adamın tarifinden, babamlar da İngilizce bilmediklerinden, birşey anlamadık. Babamların İngilizcesinin tümünü toplasan benimkinden fazla değildi.
Ormanlık ofisini bulmak için tekrar Sale’e döndük. Ofisi bulmak için çok uğraştık. Kasaba içinde arabayla döndük dolaştık. Fakat çok aradığımız halde ofisi bir türlü bulamadık.
Kasabada bir adama sorduk. O da bizi bir yere yönlendirdi. Adamın dediği yere gittik. Oradaki binanın önünde uzun uzun bekledik. Ama orası bir kreş binasıymış. Gelen bir öğretmen kadından bunu anladık. Fakat önünde uzunca beklediğimiz halde orasını ofis sandık.
O tarihten sonra Sale’e bir daha gitmedik. Babamların çok heves ettikleri orman işi olmadı. “Çok iyi parası olan ormancılıktan” babamlar vazgeçti.
SÜRECEK