OKULUMUZDA Avustralya’ya yeni gelen öğrenciler için özel bir İngilizce sınıfı vardı. Orada yapılan derse "Migrant English" deniliyordu. Haftanın belirli günlerinde o sınıfa gidiyorduk.
Abbotsford Primary School’daki gibi bu sınıfın öğretmeni de yaşlı bir kadındı. Sınıfa, Avustralya'ya yeni geldikleri için en çok Türk, İspanyol ve Yugoslavyalı çocuklar gidiyordu. Öğretmen bu sınıfta sadece İngilizce dersi okutuyordu. Bazen de hem konuşuyor hem de konuşturuyordu.
Bir gün ders yaparken sınıfta "Jesus"dan bahsedildi. Jesus’un Hazreti İsa adındaki peygamber olduğunu biliyordum. Ama bazı Türk çocukları “Jesus bizim peygamberimiz değildir” diyordu. Bazı anneler Hazreti İsa ile Jesus’un aynı insan olduğunu bilmiyordu. Hatta bunu bazı babalar da bilmiyordu.
Avustralyalılar’ın Hıristiyan oldukları biliniyordu. Fakat okuldaki Yunan, İtalyan hatta İspanyol ve Yugoslav çocukları da Hıristiyan'dı. Türkler ise Müslüman'dı. Hıristiyan olan çocuklar domuz eti yerken Müslümanlar yemiyordu.
Öğretmen derste Jesus hakkında bazı şeyler anlattı. Bunun üzerine Yılmaz elini kaldırdı. Öğretmene, “Öğretmenin, izin verirseniz ben de bizim peygamberimizin adını söylemek istiyorum” dedi.
Öğretmen “Tabii ki” diyerek Yılmaz’a izin verdi. Yılmaz önce ayağa kalktı. Bir asker gibi esas duruşa geçti. Sonra vakurlu bir ses tonuyla “His name is Hazreti Muhammed Mustafa” dedi.
Öğretmen Yılmaz’a teşekkür etti. Yılmaz büyük bir mutluluk ve gururla yerine oturdu. Bu duruma hepimiz sevindik. Zaten bunu Yılmaz’dan başkası yapamazdı. Hıristiyanlar’ın, Jesus’ı varsa bizim de Hazreti Muhammed Mustafa’mız vardı. Yılmaz noktayı koymuştu.
Jesus ve Hz İsa tartışmaları
Teneffüste Jesus hakkında Türk çocukları arasında bir tartışma çıktı. Konu hakkında herkes birşey söyledi:
- Bizde Jesus yok.
- Evet, bizde Hazreti İsa var.
- Oğlum ikisi de aynı şey.
- Annem “İkisi aynı şey değil” dedi.
- Senin annen ne bilir?
- Duvarlarda Jesus’un fotografı var. Hani İsa’nınki?
- Hazreti Muhammed’in de fotografı yok.
- Onun zamanında fotograf makinesi yokmuş lan.
- Jesus’un saçları uzun. Peygamberden hippi olur mu?
- Bütün hippiler peygamber mi?
- Müslüman'ın saçı uzun olmaz.
- Türkler’in saçı da uzun olmaz.
- Ama Avustralyalılar’ın saçları hep uzun.
- Hazreti İsa’nın saçları kısaydı.
- Jesus, Hazreti İsa’nın İngilizce adıdır, oğlum.
- Babamın arkadaşı hoca. O bilir.
- Annem dedi ki “Hazreti Ali de büyük”.
- O da kim lan?
Akşam konuyu anneme açtım. Annem “Oğlum, bizde Hazreti İsa var ama Hıristiyanlar ona Jesus diyorlar. İşyerindeki Yugoslav kadınlar da ‘İsuse’ diyor” dedi.
Sınıfımdaki Bill’in annesi Chris’i çağrırken "Hristo" diye bağrıyordu. Yunanca İsa’nın adı "Hristo" imiş. Flatlardaki İspanyollar da "Hesus" diyorlardı. Herkes İsa’ya farklı bir isim veriyordu.
Annem tembihte bulundu. Bana “Okulda Jesus hakkında kötü birşey demeyin, günah olur. Çünkü Hazreti Muhammed gibi O da bir peygamber” dedi.
Ama hangisi daha önemli ve de daha büyüktü? Bu soru önemliydi. Elbette Hazreti Muhammed, Hazreti İsa’dan daha büyüktü. Önemli olan da buydu. Zaten Yılmaz da öyle demişti.
Religious Instructions
Yine bir çarşamba günüydü. Sınıfımıza müdür yardımcısı girdi. Ardından öğrencilere seslenerek “Anglikan, Protestan ve Ortdokslar büyük salona gitsinler. Diğer öğrenciler sınıfta kalsın” diye bir açıklamada bulundu.
Bunun üzerine İvan, Stan ve Bill Ortadoks oldukları için kalkıp gittiler. Baki Murat “Ben Protestanım” diyerek o da çıkıp gitti. Sınıfta sadece Katolik öğrencilerle Türk çocukları kaldı.
Çarşamba günleri okulda "Religious Instructions" adında bir ders vardı. Sınıflara başları kapalı, siyah ve beyaz elbiseli orta yaşlı kadınlar giriyordu. Kadınlara rahibe deniliyormuş. Rahibeler kiliseden geliyormuş. Bize din dersi veriyorlardı.
South Brunswick ve Abbotsford’daki okulda bu ders yoktu. Ama Cambridge Street’te vardı. Bilmiyorum ama din dersi belki de üçüncü sınıfta başlıyordu.
Bizim sınıftaki din dersine her hafta aynı rahibe giriyordu. Rahibe orta yaşlarında bir Avustralyalı’ydı. Yüzü bembeyazdı. Gözlüklüydü. Boynunda büyük bir haç asılıydı. Çok ciddi bir insandı. Yüzü hiç gülmüyordu.
Din dersinde çok şeyler öğrendik. İsa’nın Allah’ın oğlu olduğunu, çarmıha gerildiğini ve Easter’da tekrar gökyüzüne çekildiğini. Bunun yanında başka başka şeyler de öğrendik.
Derste ayrıca resimler çizdik, şarkılar okuduk. Bu şarkıların çoğunu söyleye söyleye ezberledik.
Söylediğimiz şarkılardan bir tanesi "Kumbaya" idi. Çok yavaşça söyleniyordu. Bu ve bütün şarkıları koro halinde okuyorduk:
Kumbaya my Lord, kumbaya
Kumbaya my Lord, kumbaya
Kumbaya my Lord, kumbaya
Oh Lord, kumbaya
Someone's singing Lord, kumbaya
Someone's singing Lord, kumbaya
Someone's singing Lord, kumbaya
Oh Lord, kumbaya
Someone's laughing, Lord, kumbaya
Someone's laughing, Lord, kumbaya
Someone's laughing, Lord, kumbaya
Oh Lord, kumbaya
Someone's crying, Lord, kumbaya
Someone's crying, Lord, kumbaya
Someone's crying, Lord, kumbaya
Oh Lord, kumbaya
Someone's praying, Lord, kumbaya
Someone's…
Diğer bir tanesi de "Oh Sinner Man" adında bir şarkı idi:
Oh, sinnerman, where you gonna run to?
Sinnerman where you gonna run to?
Where you gonna run to?
All on that day
We got to run to the rock
Please hide me, I run to the rock
Please hide me, run to the rock
Please hide here
All on that day
But the rock cried out
I can't hide you, the rock cried out
I can't hide you, the rock cried out
I ain't gonna hide you there
All on that day
Şarkı söylemekte ve ezberlemekte çok iyiydim. Hıristiyanlık derslerinde iyi bir öğrenci oldum.
Ancak içim rahat değildi. Zira "Religious Instructions" dersinde öğrendiklerimizle Kur’an Kursu’ndaki öğrendiklerimiz birbirine benzemiyordu. Kafam iyice karışmıştı.
SÜRECEK