YILMAZ “Religious instructions saatinde neden salona inmiyorsun?” diye sordu. Bunu sordu, zira bugün çarşambaydı. Bugün okulda yine Religious Instructions dersi vardı. Rahibe sınıfa girecek ve bize din dersi verecekti.
Yılmaz Religious Instructions dersine katılmıyordu. Zira derste Hıristiyanlık öğretiyorlardı. Onun yerine o büyük salona gidiyordu. Salonda başka çocuklarla oyun oynayarak vakit geçiriyorlardı. Yılmaz’a sınıfımızdaki durumu anlatmaya çalıştım:
-Bizim sınıftaki Türk çocuklara “Büyük salona gideceksiniz” diyen olmuyor.
- Demeseler de boş verin, siz inin.
- İnersek öğretmen kızar.
- Oğlum, sizi o sınıfta Hıristiyan yapacaklar. Haberiniz yok.
Yılmaz benden iki sınıf üstteydi. Her istediğini rahatlıkla söyleyebiliyordu. Zira o çok güçlü, çok cesur, ama biraz da deliydi. Gözünü kırpmadan kendinden büyük olana bile kafa tutabiliyordu.
Yılmaz’ın bu hallerini beğeniyordum. Davasında her zaman haklı olduğunu biliyordum. Ben de onun gibi olmak istiyordum. Ama Yılmaz beşinci sınıf öğrensiydi. Bense üçüncü sınıf öğrencisiydim. Ben onun gibi nasıl olacaktım? Onun gibi rahibiye karşı mı koyacaktım? Ben sanki Yılmaz mıydım?
Sabah din dersi vakti gelince yine bir duyuru yapıldı. “Anglikan, Protestan ve Ortodoks çocuklar büyük salona insinler” diye çağrıda bulunuldu.
Herkes gitti sınıfta yine Katolik ve Türk çocukları kaldı. Rahibeye Yılmaz’ın dediğini diyecektim fakat kadın çok ciddi birisiydi. Beni azarlayabilir diye çekindim. Herkesin önünde rezil olmak istemedim.
Rahibe bu hafta bize "Easter"yı anlattı. Bize “Easter’da Jesus semaya yükseldi” dedi. Sonra hepimize birer boyama kağıdı verdi. Kağıtta çarmıha gerilmiş bir Jesus figürü vardı. Rahibe, siyah beyaz olan bu figürü boyamamızı istedi.
Bir süre önümdeki Jesus’a baktım. Hiç de bize anlatılan İsa’ya benzemiyordu. Anneme sorduğumda “Oğlum, İsa’nın kime benzediğini bilmiyoruz” demişti. Ama rahibenin getirdiği resimdeki İsa uzun saçlı, mavi gözlü olan bir adamdı. Dikenli birşey takılı olan başı ise kanıyordu. Gökyüzüne bakıyordu ama acınacak bir hali vardı.
Bir yandan pastellerle boyuyor bir yandan da düşünüyordum. O sırada bir karar verdim. İsa’ya evet ama Jesus’a hayır diyecektim.
Resimdeki Jesus’ı güzelce boyadım. Sınıfta belki de en güzelini ben yaptım. Şimdi sıra haça gelmişti. Onu da boyamaya başladım.
Yanımda Füsun vardı. Füsun da benim gibi bir Türk öğrencisiydi. Onunla Jesus konusunu konuşmak istedim. Zira canım sıkılıyordu. Başka sınıftaki Türkler neden büyük salona gidiyor da biz gidemiyorduk? Neden Yılmaz ve diğer sınıftaki çocuklar orada oynuyor da biz oynayamıyorduk? Füsun’a döndüm ve Jesus hakkındaki düşüncelerini öğrenmek istedim:
- Füsun, biliyor musun, ben Jesus’a inanmıyorum.
- Ama babam dedi ki biz Hazreti İsa’ya inanıyoruz.
- O İsa başka kız.
- Bir de Hazreti Muhammed’e inanıyoruz. O da Müslümanlar’ın şeyi.
- Neyi?
- Bunlar İsa’ya Jesus diyorlar ya. İşte öyle birşey.
- Türkiye’de Hazreti Muhammed var. Avustralya’da da Jesus var işte.
- Jesus’a Hazreti Jesus mu deniliyor?
- Ben karışmam, Jesus’a inanmıyorum. Sen inanıyor musun?
- Evet, inanıyorum tabi.
- Anaaa sen gâvur oldun! Töbe et!
Biz tartışadururken birden rahibe geldi. Ve sertçe “Ne konuşuyorsunuz burada?” dedi.
Füsun hemen cevap verdi. Rahibeye “Kazım, Jesus’a inanmıyor” dedi.
Bunun üzerine rahibe sinirlendi. Kara tahtada asılı olan "feather duster"ı kapmasıyla beni ters çevirmesi bir oldu.
Mart ayı olması nedeniyle havalar hâlâ sıcaktı. O nedenle o gün okula annemin dikmiş olduğu mavi şortumla gitmiştim.
Feather duster’ın sapıyla çıplak baldırlarıma çok sert ve çok hızlı bir şekilde vurmaya başladı. Hiç durmadan, ara vermeden belki yirmi kez kırbaçladı. Sonra “Git yerine otur” dedi.
Feather duster yaklaşık bir metre uzunluğundaydı. Bir yarısı tüy ya da yünle kaplıydı. Öteki yarısı ise ince kamıştan yapılmış sapıydı. Kara tahtadan uçuşan tebeşşir tozlarını silmek için kullanılıyordu.
Ama bazen öğretmenler ceza verirken kamışlı tarafıyla elin içine vuruyorlardı. Fakat rahibenin beni dövdüğü gibisini daha önce ne duymuştum ne de görmüştüm.
O gün baldırlarım önce kızardı. Sonra da morarmaya başladı. Bir süre üzerine oturamadım. Baldırlarım öylesine acıdı ki ona ne dokunabildim ne de tam üzerine oturabildim.
Önümdeki Jesus’a tekrar baktım. İçimden “Bu senin yüzünden oldu” dedim. Fakat Jesus’ın başı kanlıydı. O zaten yardım için melûl melûl gökyüzüne bakıyordu. Kendisine bir faydası yoktu ki bana olsundu.
İsa’nın yüzünden yine dayak
O gün bu duruma çok öfkelendim fakat hiç ağlamadım. Canım yanmıştı ama ne rahibeye ne de Jesus’a kızdım. Ama Füsun’u ikna edemedim ya ona çok bozuldum. Bu işin peşini bırakmayacaktım. Pazar günü Kur’an kursunda birine sorup meseleyi çözecektim.
Pazar günü Kur’an kursunda Mustafa hoca dini bilgiler veriyordu. Peygamberlerden, meleklerden ve kitaplardan bahsediyordu. Herkes pür dikkat dinliyordu. Ufak bir odadaydık ama sınıfta belki elli tane çocuk vardı.
Mehmet Göçol duvara yaslanmış hocayı dikkatlice dinliyordu. Ben de onun hemen yanındaydım. Hocanın dediklerinin çoğunu anlamıyordum. Zira ben kursa yeni gelenler arasındaydım.
Hoca İsa’dan, Musa’dan bahsedince aklıma okuldaki Jesus olayı geldi. Bir ara fırsatını bulup Mehmet’e sormak istedim. Zira ben üçe gidiyorken o altıncı sınıf öğrencisiydi. O, Yılmaz’dan da büyüktü. O daha iyi biliyor olmalıydı.
Mehmet’in gözleri hep hocadaydı. Ben hafiften döndüm kulağına fısıldamaya başladım:
- Sen Jesus’a inanıyor musun?
- Evet inanıyorum.
- Sen ne diyorsun?
- Jesus, İsa peygamberdir.
Bu cevap karşısında hayret ve dehşete düştüm. Fakat tam da “Ama biz İsa’ya inanıyoruz...” diyecektim ki bir anda başıma sert bir darbenin indiğini hissettim. Ardından Hoca “Çeneni kapat. Dinle” dedi.
Bir hafta içerisinde İsa’nın yüzünden iki kişiden sopa yedim. Biri rahibe diğeri de hoca idi. Fakat İsa’ya yine kızmadım. Biliyordum ki bu işte onun hiçbir suçu yoktu.
SÜRECEK